G-20 zirvesinin anlamı kaldı mı?

Osman ULAGAY
Osman ULAGAY DÜNYA GÖZÜ

Dünya ekonomisinin yüzde 85’ini temsil eden 20 ülkenin liderleri 30 Kasım günü G-20 zirvesi için Arjantin’in başkenti Buenos Aires’de bir araya gelecek. Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan da katılacak iki gün sürecek olan bu zirveye.

Hemen belirtelim ki, küresel finansal krizin dünyada paniğe yol açtığı ortamda, 15 Kasım 2008’de yapılan ilk G-20 zirvesinden bu yana, dünyanın görünümü ve gündemi büyük ölçüde değişti, G-20 zirvelerinin önemi de giderek azaldı. Bu nedenle bu yılki zirveden dünyanın gidişatını etkileyecek önemli kararların çıkması beklenmiyor. Zirveye katılan liderler arasındaki görüş farklılıkları fazla öne çıkmaz ve Zirve sorunda bir sonuç bildirgesi yayınlanabilirse bunu bile başarı saymak gerekecek.

On yıl önce, Obama’nın başkanlık seçimini kazanmasından hemen sonra, ABD Başkanı George W.Bush’un çağrısı üzerine Washington’da toplanan ilk G-20 zirvesine katılan liderlerin tek bir hedefi vardı: Yaşamsal önem taşıyan küresel finansal krize bir çözüm bulmak. Zirvede alınacak kararlarla piyasalardaki paniğin aşılması ve finansal krizin dünya ekonomisine yapacağı etkinin sınırlanması amaçlanıyordu.

2009’un Nisan ayında Londra’da yapılan ikinci G-20 zirvesinde bu yolda önemli adımlar atıldı. Yeni ABD Başkanı Barack Obama ile İngiltere Başbakanı Gordon Brown’un çabaları, krize karşı alınacak önlemler konusunda küresel bir mutabakatın oluşturulmasına yardımcı oldu. İlk G-20 zirvelerinde alınan kararlar, büyük finansal krizin daha vahim sonuçlar doğurmasını ve dünya ekonomisinin daha da büyük bir çöküş yaşamasını önledi.

Dünyayı değiştiren on yıl

Ancak şimdi dönüp geride kalan on yılda yaşananlara ve bugün ortaya çıkan tabloya baktığımızda, G-20 zirvelerinin başarısının sınırlı kaldığını daha net biçimde görüyoruz. Alınan önemlerin finansal sistemdeki çöküşü önlediği, borsaları canlandırdığı ama sorunun temeline inmediği ve yeni mağdurlar yarattığı şimdi daha iyi anlaşılıyor.

Küresel finansal krizin tetiklediği gelişmelerin ve açığa çıkardığı sorunların, özellikle gelişmiş Batı ülkelerinde giderek yaygınlaşan toplumsal tepkilere yol açtığı ve siyasal sonuçlar doğurduğu ortada. Çin’in ve diğer ‘Yükselen Pazar’ ülkelerinin büyük bir atılım yapmasını sağlayan küreselleşme sürecinin Batı ülkelerinde yalnızca küresel şirketleri ve onların çalışanlarını zengin etmesi sonunda popülizmi tetikledi. Batı’ya yönelen göçmenler de buna katkıda bulundu.

İngiltere’de Brexit referandumunun “Avrupa Birliği’nden çıkalım” diyenlerin zaferiyle sonuçlanması, ABD’de Trump’ın başkanlık seçimini kazanması, birçok Avrupa ülkesinde yabancı düşmanı ve küreselleşme karşıtı, AB karşıtı aşırı sağ partilere verilen desteğin artması ve demokrasiyi kullanarak iktidara gelen liderlerin otoriter rejimler kurmaya yönelmesi bu sürecin doğurduğu sorunlar.

Prensin elini kim sıkacak?

Bu yılki G-20 Zirvesi işte bu ortamda yapılacak ve ortak amacı belli olmayan liderlerin, küresel sorunlara eğilmek yerine kendi görüşlerini, kendi gündemlerini savunması kimseyi şaşırtmayacak. “Önce Amerika” diyerek küresel işbirliğine katkı yapmayacağını ilan eden ABD liderinin Çin’e ve bazı diğer ülkelere karşı ticaret savaşı açmış olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Küreselleşmeyi savunmanın Çin liderine kaldığı bir dünyada yaşıyoruz. Rusya liderinin Zirve’den dört gün önce Ukrayna’ya sataştığı bir dünyada yaşıyoruz. İngiltere’nin ayrılmak istediği Avrupa Birliği’nin ekonomiden siyasete çeşitli sorunlarla boğuştuğunu ve gelecek yıl yapılacak AB Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağ partilerin güç kazanmasından kaygı duyulduğunu da unutmayalım.

Böyle bir dünyada yaşarken iklim değişikliği ve yükselen eşitsizlik gibi yaşamsal konularda G-20 Zirvesi’nden medet ummak pek kolay değil. Bugünlerde Batı medyasında Zirve ile ilgili olarak gündem oluşturan konular arasında Suudi Arabistan’ı temsilen zirveye katılması beklenen prens Muhammed bin Salman’a kimin nasıl davranacağının öne çıkması da bunun bir kanıtı.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar