Futbolun para(doksal) sorunları

Tuğrul AKŞAR
Tuğrul AKŞAR EKO-SPOR taksar@gmail.com

Bu haftadan başlamak üzere futbolun neden krize girdiğini ve bu krizden nasıl kurtulabileceği üzerinde durmaya çalışacağım. Doç. Dr. Kutlu Merih ile yaptığımız çalışmalar bize futbolun iki şekilde krize girdiğini gösteriyor. Bunlardan ilki futbolun kendi içsel dinamiklerinden kaynaklanan sorun ve sıkıntılar nedeniyle krize girmesine yol açan "İçsel etmenler." Ki bu hafta bu konu üzerinde duracağız. Bu sorunları Kutlu Merih ile birlikte "Futbol Ekonomisi" isimli kitabımızda, "Futbolun paradoksal sorunları" başlığıyla çok detaylı olarak irdeleyip inceledik. Çok öğretici ve orijinal sonuçlara ulaştık. Aslında futbolun entelektüel gelişimine özgün bir katkı olarak ta değerlendirilebilecek yeni paradoksları futbol literatürüne kazandırdık. Bu paradokslar bir yandan futbolun gelişiminin önünü keserken; diğer yandan da diyalektik gelişimin kaçınılmaz sonucu olarak futbola yaşam enerjisi veriyor. Kendi içinde zıtlıkları taşıyan bir yapı, bir yandan zıtların karşılıklı savaşımına neden olurken; diğer yandan bu çatışmadan ortaya çıkan enerji futbolun yaşamsal gelişimine güç sağlıyor. Bunlara biz genel olarak futbolun paradoksları diyoruz. Futbolun içinde bulunduğu sorun ve sıkıntılara çare üretebilmenin yolu, bu paradoksları iyi anlamak ve algılamaktan geçiyor.

Futbolu krize sokan bir diğer ikinci unsur da; ekonomi, politika, mali ve sosyal koşullar gibi olumsuzlukların temelinde yükselen "Dış etmenler." Bu konu üzerinde önümüzdeki hafta detaylıca duracağız ve futbol kulüplerinin bu olumsuzluklara karşı ne tür aksiyonlar alması gerektiğini tartışacağız. Özellikle günümüz küresel ekonomik dengesizliğinin, futbolun balansını nasıl bozduğunu ve onu nasıl krize ittiğini irdelemeye çalışacağız.

Futbolun paradoksları

Futbol Ekonomisi isimli kitabımızın "Futbolun Ticarileşmesinde Paradoksal Sorunlar" başlığı altında kaleme aldığımız bölümde de belirttiğimiz üzere, futbolun paradoksal yapısını anlamak, futbolun neden krize girdiğinin bir bakıma çözümlenmesi oluyor aynı zamanda. Futbolun giderek para(dok)sallaşması onu, kısır bir döngünün içine sokuyor. Bu paradoksları analiz etmeden önce kısaca Paradoks ne anlam ifade ediyor? Bunu okurumuzla çok detaya girmeden paylaşmakta yarar var.

Paradoks nedir?

Kökü Yunanca para (=karşı) ve doksa (=anlam, düşünce) sözcüklerinden gelen paradoksu, AnaBritannica "kendi içinde çelişkiliymiş gibi görünen, mantıksal olarak hem doğruluğu, hem de yanlışlığı kanıtlanılabilen önerme" olarak tanımlıyor.

Ünlü paradokslar, on yıllar bazen de yüzyıllar boyunca mantıksal düşünceyi beslemiş, insanları büyülemiş ve hayrete düşürmüştür. Paradokslara, edebiyat, bilim ve matematikten günlük yaşama kadar çok değişik alanlarda rastlanır. Paradoksun bir kısır döngüyü de ifade ettiğini vurgulayalım. Ne tür paradoks olursa olsun ortaya çıkan sorular ve karışıklık hem ilginç, hem de eğlendiricidir. Bu bağlamda, her okuduğumda çok keyif aldığım ve mantık kurgusuna hayran kaldığım aşağıdaki ünlü "avukat paradoksu"nu kısaca anımsayalım.

Yunanlı ünlü avukat Protogras, verdiği özel dersin ücreti ile ilgili olarak öğrencisiyle bir anlaşma yapar. Bu anlaşmaya göre öğrencisi aldığı ilk davayı kazanırsa bu ücreti avukata ödeyecek, kazanamazsa ödemeyecektir. Dersin bitiminden hemen sonra herhangi bir dava almayan öğrenciden ses seda çıkmaz. Sabrını yitiren avukat, bir dava açarak bu ücreti öğrencisinden talep eder. Yeni avukat olan öğrenci bu ilk davasında kendini savunmayı üstlenir. Bu davayı öğrenci kazanırsa ilk davasını kazanmış olacağı için davayı kaybeden hocasına parayı ödemek zorunda kalacaktır. Tersine davayı kaybederse bu kez de davayı kaybettiği için hocasına yine ödeme yapmak zorunda kalacaktır.

Kutlu Merih ile birlikte yaptığımız çalışmalar futbolun günümüzde endüstriyel bir iş kolu haline gelmesine karşın, spor sektöründeki rekabet ve işleyiş yasalarının, iktisadın temel kurallarıyla her zaman örtüşmediğini, asimetrik bir yapısının bulunduğunu ortaya koyuyor. Nitekim, bu anlayış ve mantık temelinde de, futbol endüstrisinin temel dinamiklerini harekete geçiren iki paradoksun olduğunu görüyoruz.

Bu paradokslardan birincisi Sloane paradoksu: Lig bütünlüğü içinde rekabetin kalitesinin yükselmesi, toplam kaliteyi artırır!

Bu paradoksa göre: Bir spor olayı, rakiplerin birlikte ürettikleri ortaklaşa bir üründür. Bunun kalitesi verdiği seyir keyfine ve sonucun belirsizliğine ve bu rekabetin neyi etkilediğine bağlıdır. Buna göre bir ligde bir takımın finansal kazançlarını kullanarak, en iyi oyuncuları almasına olanak verilirse, kaybedenler zayıflar ve alınan keyif, belirsizlikler ve riskler yok olur. Bu durum da seyircinin ilgisinin kaybolmasına ve takımların gelirlerinin düşmesine yol açar.

Gerçekten de sporda rekabet temel olmakla birlikte, rekabetin anlamlı olabilmesi bakımından kazananlar kadar kaybedenler de iyi olmalı ki, bu yarışma devam etsin. Yani rekabetsiz ve sonu daha baştan belli olan hiç bir spor karşılaşması, ilgi ve destek görmez. Bu durumun genellik arz etmesi halinde, kazananlar daha güçlenirken, kaybedenler de giderek zayıflamaya başlar. Zaman içinde sporun temel ruhu olan rekabetçi yarışma bu şekilde ortadan kalkar. Bu duruma örnek olarak, üç büyüklerin Süper Ligimizdeki oligarşik egemenliği verilebilir.

İkinci paradoks: "Finansal dengesizlik" paradoksu ya da finansal güç rekabeti geriletiyor!

Şayet ligdeki her kulüp en iyi oyuncuları takımlarına transfer etmekte serbest olursa, kulüpler arasındaki rekabet, ücret ve primlerin yükselmesine yol açar. Parasal olanakları diğer kulüplere göre daha iyi olan kulüplerin, istedikleri futbolcuyu takımlarına transfer edebilmeleri, zaman içinde haksız bir rekabetin de doğumuna yol açıyor. Ortaya çıkan bu haksız rekabet, bu kulüpler arasındaki parasal uçurumların giderek daha da büyümesine neden oluyor. Haksız rekabetin yıkıcı etkisine maruz kalan, olanağı sınırlı diğer kulüpler yarışmalarda sadece "başaltı takımları" ya da "ötekiler" olarak kalıyor. Bu durum ise lig bütünlüğü içinde rekabeti bozarken, güçlüden yana haksız rekabetin de doğmasına neden oluyor. Nitekim Platini'nin bu durumu görerek, 2010 yılından itibaren gerek Şampiyonlar Ligi'nde, gerekse UEFA Kupası'nın formatında değişime gidecek olmasının altında bu neden yatıyor. Platini diğer yandan futbolda finansal dengesizliğin önüne geçebilmek için, kulüplerin harcamalarının, gelirlerinin yüzde 60'ı ila yüzde yetmişi arasında olmasını da tavsiye ediyor.

Bu paradoks, günümüz yaşamının ayrılmaz bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. Objektif bir gözle bakıldığında, başta Avrupa olmak üzere, düzenlenen tüm futbol organizasyonlarında zengin ve büyük takımların başat durumda olduklarını görüyoruz. Bu durum: Endüstriyel futbolun kendisini yeniden üretim aracı olan "reyting" için de yaşamsal bir öneme sahip. Çünkü finansal dengesizlik bir yandan "Şampiyon kültürü"nün yaşamasına olanak verirken, diğer taraftan futbol maçlarındaki heyecan fırtınasının dinmesine ve buna bağlı olarak lig reytinginin düşmesine neden oluyor. Daha baştan bir takımın maçı kazanma ihtimalinin yüksekliği mevcutsa o maçın izlenirliği giderek düşüyor ve bu durum uzun vadede gelir kaybına yol açıyor. Aynen Süper ligimizde olduğu gibi. Aşağı yukarı her yıl Süper Ligimizde kimin şampiyon olacağının yüzde 33.3 olasılıkla belirli olması, ligin reytingini düşürüyor, dünyanın en önemli derbisi olarak gösterdiğimiz Fenerbahçe-Galatasaray maçını yurtdışında kimseye satamıyoruz. Kısacası bir ligde finansal toplulaşma(yoğunlaşma), sportif tekelleşmeyi beraberinde getiriyor. Bu durum sadece bizde değil, Premier Lig dahil olmak üzere, dünyanın en önemli liglerinde de etkinliğini gösteriyor. Bu bağlamda bu yıl ki Süper Ligimize bakıldığında ilk beş takımın at başı giden yarışı reytingin yükselmesine olanak sağlıyor. Ancak bütçeler arasındaki fark, sonuçta bir sürprize de yer bırakmayacakmış gibi görünüyor. Yani, bu paradoks burada da çalışıyor!

Bu paradoks, iki farklı paradoksun, yani üçüncü ve dördüncü paradoksların da doğumuna yol açıyor.

Bizim önerdiğimiz paradokslar

Üçüncü paradoks ya da "Just Do It" paradoksu

Futbol endüstrisinin küresel bir niteliğe bürünmesi; futbolun gösteri kısmının, yani show'un giderek yerini, işe ya da diğer deyişle business'e bırakmaya doğru bir yönelim içinde olduğunun da bir göstergesi. Gerçekten de 50'li veya 70'li yılların coşkulu ve seyir zevki en üst noktalarda olan tavan yapmış futbolunun yerini, bugün çok daha mekanik ve yaratıcılıktan uzak, sıkıcı ve giderek de tekdüzeleşen bir futbol almaya başladı. Bu tespiti çoğu turnuvada, çoğu futbol maçında gözlemlemek olası…Buna paralel günümüz futbolcusu da artık bir "sanat icracısı" olmaktan çok, daha çok koşan, mücadele eden bir yapıya evrildi.

Futbolun bir spor olmaktan çıkıp, endüstriyel bir üretim biçimine dönüşmesi; doğal olarak futbolun o kendine özgü, seyir zevkini de yavaş yavaş öldürmeye başladı. Artık Nike'ın sloganında olduğu gibi " just do it" anlayışıyla, "sadece (görevini) yap" mantığı, tesadüfen ortaya çıkmış, içi boş bir kavram değildir. Çünkü, bugün tüm yarışma organizasyonlarında kazanılacak/kaybedilecek çok ciddi paralar bulunuyor... Bu organizasyonların yarattığı ek katma değerler ve diğer gelirlerin de bir şekilde, bu organizasyona dahil olan kulüplere dağıtılıyor olması; estetik kaygıların ikinci plana atılarak, sadece vaat edilen paraya uzanmaya çalışmayı mubah kılan makyevelist bir anlayışı da egemen kıldı. Bu amaçla ruhsuz, tamamen mekanik bir görev anlayışıyla kurgulanmış, her biri farklı bir milliyetten olan toplama takımların bugünlerde boy göstermesi, bilinçli bir stratejinin ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Oysa, geçmişte futbolun izlenmesinde en büyük keyif veren faktörlerden birisi, her ülkenin ya da kıtanın takımlarının kendilerine özgü futbol stillerinin bulunmasıydı. Yerleşmiş gelenekleri, yaratıcı yenilikleri ve devrim niteliğindeki sürpriz ve şaşırtıcı buluşları ile sıra dışı oyuncu ve teknik adamlarıyla, pür bir futbol vardı yeşil sahalarda.

1940'lı yıllardan başlayıp, 1980'li yılların ikinci yarısına kadar geçen zaman aralığında; İngiliz futbolu, uzun paslara dayalı yüksek top mücadelesiyle ve kanatlardan öldürücü akınlarla; İtalyan futbolu, sert ve top geçirmeyen savunması ve oyun bozucu yapısıyla; Hollanda futbolu, toplu hücum ve toplu savunma anlayışıyla şekillenen "Total Futbol"la; Alman futbolu, "panzer" lakabını hak eden, yeterince teknik olmayan, çok güçlü ve etkili, tam saha pres yapan, özelliğiyle; Brezilya futbolu, estetiği ön plana çıkartan, "sambacı" oyun anlayışıyla, seyredeni mest eden bir futbol gösterisiyle bilinir ve seyredilirdi. Bu ülkelerin oynadıkları futbolun, futbol kültürüne yerleşip, bir okul haline gelmeleri, ne yazık ki, futbolun endüstriyel sürece girmesiyle birlikte yavaş yavaş ortadan kalkmaya başladı. Önceleri, Alman futbolu, İngiliz futbolu, İtalyan futbolu, Brezilya futbolu, Hollanda futbolu denildiğinde, bu ülkelerin kendine özgü sistemleri, stilleri anlaşılır ve buna göre yorumlar oluşturulurdu. Bu anlamda futbolda "ekol"den kasıt, bu ülkelerin futbol kültürüne olan katkılarının sistemleştirilmiş halinin isimlendirilmesiydi.

Futbolun bir sanat olduğu dönemde, yukarıda sayılan Ulusların birbirlerini kıyaslayan, "karşılıklı üstünlükleri" vardı. Bu ülkelerin oynadıkları farklı tarz ve stiller sonucunda, her ülkeye özgü çeşitli oyuncu profilleri yaratılmıştı. Almanya, yeterince teknik olmayan, çok güçlü ve etkili, tam saha pres yapabilen, santrforlar ile şık ve soylu liberolar çıkarırdı. Fransa dünya futboluna üç efsanevi oyuncuyu Kopa, Platini ve Zidane'ı armağan etmişti. Yugoslavya her zaman futbolcularının teknik kapasitesi ve forvetlerinin golcülüğüyle sivrilmişti. Topla oynamayı ve çalım yapmayı seven Brezilya, birkaç istisna dışında asla büyük bir kaleci çıkaramamıştı. (Authier, Christian, Futbol A.Ş., Kitap Yayınevi, İst. Kasım 2002, sh .43)

Uruguaylı büyük yazar, Eduardo Galeoano da bu durumdan çok sıkılmış olacak ki, Gölgede ve Güneşte Futbol isimli kitabında, "Futbolun öyküsü, zevkten zorunluluğa uzanan hüzünlü bir öyküdür. Spor sanayi dalına dönüştüğü oranda, iş olsun diye oynandığı zamanki güzelliğinden bir şeyler kaybetmiştir. Yüzyılın sonlarını yaşadığımız bu günlerde futbol, işe yaramaz her öğeyi reddetmektedir; kar getirmeyen her öğe de 'işe yaramaz" olarak kabul edilmektedir" şeklinde, endüstriyel futbola sitemlerini dile getiriyor. (Eduardo Galeoano, Gölgede ve Güneşte Futbol, Can Yayınları, 2. basım, İst.,1998, sh. 9)

Endüstriyelliğin ayırt edici özelliği, bant tipi üretim olarak nitelendirilen 'seri üretim'dir. Bu anlamda görev tanımları çok belirgindir. Her şey mekanikleşmiştir. Tüm amaç, belirlenen zaman dilimi içinde en fazla üretimi gerçekleştirmektir. Üretilen ürünler bir tornadan çıkmış gibi tek tiptir. Endüstriyel süreç öncesi, manifaktürer dönem içinde, zanaatkarlar vardı. El yapımı, emek yoğun bir çalışma ile, mallar üretilir ve ihtiyaçlar karşılanırdı. Bu tarihsel üretim tarzı, "el emeği, göz nuru" diye öz olarak ifade edilen bir süreçti. Henüz show business sürecine futbolun evrilmediği yıllarda, yani futbolun sadece bir gösteri-show olduğu dönemde zanaatkar futbolcular vardı. Bu futbolcular tanrı vergisi tüm yeteneklerini sergilemekten bıkmazlar, seyirci de bu yetenekleri seyretmekten yorulmazdı. Ancak, zamanla endüstriyel sürece doğru yol alınmaya başladı, show'un dozajı giderek azalırken, işin business kısmı artmaya başladı. Bunun doğal sonucu da, yaratıcılıktan, heyecandan uzak bir kurgu ve yapılanma ile futbol maçlarının oynanamaya başlandı. Son on beş yılda oynanan üç dünya kupasından, futbola teknik-taktik anlamda sağlanan çok fazla bir katkının olmayışının yanı sıra, oynanan final maçları dahil bu işten alınan zevk ve estetik tadın giderek azalması, bu söylediklerimizi haklı çıkartacak gelişmelerdir.

Nitekim Euro 2004'ü kazanan Yunanistan'ın oynadığı futbolun kimleri tatmin ettiği söylenebilir ki? Göze hoş gelen futbolu sadece bir iki takımın (Çek Cumhuriyeti, Hollanda, Portekiz…) oynamasına karşın; diğer takımların çok fazla pragmatik bir davranış içine girmeleri (buna örnek olarak başta kupayı kazanan Yunanistan örnek gösterilebilir) futbolun seyir yönünün giderek erozyona uğradığının da bir göstergesidir. Endüstriyel futbolun, yani futbolun "Pazar için üretimi"nin gerçekleştirildiği bu süreçte, futbol seyir zevkinin giderek düşmesi, futbol metasının tek pazarlama aracı olan reyting göz önüne alındığında, orta yerde bir paradoksun bulunduğuna işaret ediyor.

Dördüncü paradoks: Endüstriyel futbol bindiği dalı kesiyor!

Endüstriyel futbol, tüm organizasyonların reytingini futbolun mali yönden daha da güçlenmesine olanak vermesi bakımından yüksek tutmak zorunda. Bu amaçla zengin ve büyük kulüplerin hep bu yarışmalar içinde olmaları, "eşyanın tabiatı gereği" olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü, reytingi yüksek takımların maçlarından büyük reklam ve medya gelirlerinin elde edilmesi, endüstriyel futbolun kendisini yeniden üretmesine olanak sağlıyor. Oysa bu durum kulüpler arasındaki haksız rekabetin de giderek artmasına ve buna bağlı olarak kulüpler arasında uçurumların oluşmasına yol açıyor. Futbolun alt yapısını dolaylı olarak etkileyen bu durum, futbolun gelişiminin önünde de büyük bir engeli oluşturuyor. Bir yandan reyting, endüstriyel futbolun kendisini yeniden üretmenin aracı olurken; diğer yandan futbolun sağlıklı gelişiminin de önünü kesiyor.

Yarattığı reyting canavarının etkisi ve yörüngesinden kurtulamayan endüstriyel futbol, adeta futbolun mezar kazıcılığını da yapıyor bir bakıma. Çünkü büyük ve zengin takımlar lehine yaratılan haksız rekabetle reyting tavan yaparken; reyting uğruna elde olunan gelirlerin adil olmayan paylaşımı, diğer takımların da yaşamasını zorlaştırıyor. Futbolu formatlar hale gelen reyting, bugün endüstriyel futbolun kendi bindiği dalı da kesiyor. Her şeyin reytinge göre düzenlendiği ve yönlendirildiği günümüzde futbolu televizyon yönetir konuma gelmiştir. Bu anlamda UEFA eski Genel Sekreteri Gerhard Aigner'in söylediği "Her şeyi televizyon yönetiyor" cümlesi, buraya kadar tüm söylediklerimizi özetliyor.

Reytingin, endüstriyel futbolun mezar kazıcısı olmaya devam edip etmeyeceğini hep birlikte ileride göreceğiz. Ancak bugün bu paradoksun en büyük nemalanıcısı konumundaki UEFA'nın, bu işi kendi düzenlemeleriyle aşmaya çalışması da ayrı bir paradoksu oluşturuyor, orası da ayrı bir sorun...

Beşinci paradoks: Futbol sektöründe gelirler arttıkça verimlilik azalıyor, kârlar düşüyor. (İngiltere vs. -Chelsea paradoksu)

Futbolda içsel dinamiklerin, iktisat teorisindeki dinamikler gibi çalışmadığını, futbolun temel doğrularından birisi olarak her zaman ifade ettik. Gerçekten de futbolda kaldıraçlar, iktisatta ya da finansmanda olduğu gibi çalışmıyor. İktisadın temel ilkelerinden olan kar maksimizasyonu ya da maliyet minimizasyonu ne yazık ki futbol için geçer akçe değil! Düşük bütçeli bir takım yaratılarak/oluşturularak, Avrupa devleriyle mücadele edip, kupa kazanmak teorik olarak mümkün görünmekle birlikte, pratikte çok zor görünüyor. Ya da tam tersi durum da futbolda çok geçerli değil. Örneğin yıldızları bir araya getirmeniz Real Madrid'de olduğu gibi mümkün olabilir ve bir ''galactica'' yaratabilirsiniz ama başarıya da Real de olduğu gibi hasret kalabilirsiniz.

Futbolda ölçek ekonomisi de çalışmıyor. Yani mevcut kadronuzda ilave maliyete katlanmadan, verimliliği artırabilmek çoğu zaman mümkün olamıyor. Bu anlamda yaptığınız yatırımlar sonucunda oluşan başarı kapasitenizi, her yarışmada kullanamıyorsunuz. Her turnuva ve yarışmada yeniden yapılanmak ve takımınızı buna göre oluşturmak zorunda kalabilirsiniz. Bu olayın bir diğer boyutu da futbolda bir yandan gelirleriniz artarken, iktisatta olduğu gibi karınız artmamasıdır. Ya da gelirleriniz arttıkça, giderleriniz bundan daha hızlı artmaya başlayabilir. Bu paradoksa en tipik örnek olarak son yılların en gözde kulübü Chelsea'yi örnek gösterebiliriz. Chelsea bugün Avrupa'nın en zengin beşinci kulübü olmasına ve yıllık 268,9 milyon Sterlin bir gelir elde etmesine karşın, Avrupa'nın giderleri en fazla ve en borçlu kulüplerinden birisi konumunda. Roman Abramovich'in Chelsea'yi satın aldığı 2003 sezonu öncesi toplam gelirleri yaklaşık 110 milyon Euro iken; 2007/08 sezonunda Chelsea'nin cirosu 268,9 milyon Euro'ya yükselmiştir. Geçen beş yıllık süre içinde yüzde 144'lük bir artışı ifade eden bu oran yıllık ortalama yüzde 28 civarında bir artışa karşılık geliyor. Yine aynı dönemde Chelsea'nin giderlerine baktığımızda ise; 2003/04 sezonunda toplam 55 milyon Euro gidere ve ortalama yüzde 67 gibi gider/gelir rasyosuna sahipken; bugün bu rasyo yüzde 79'a çıkmıştır. Buna bağlı olarak operasyonel zararları 2003/04 sezonunda 87,8 milyon Sterlin'den (105 milyon Euro), 2007/08 sezonunda 140 milyon Sterlin'e (168 milyon Euro'ya) yükselmiş durumdadır.

Yine İngiliz ligleri Avrupa futbol pastası içindeki payını sürekli arttırırken, kulüplerin her yıl bir önceki yıla göre operasyonel zararlarının artarak devam ettiğini görüyoruz.

Kısacası, futbolda gelirleri artırabilmeniz verimliliği de arttırabileceğiniz anlamına gelmiyor.

Haftaya futbolun dışsal etmenlerden nasıl etkilenerek krize girdiği ve buna karşın neler yapılması gerektiği üzerinde durmaya çalışacağız…

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar