Futbol fena halde hayata benzer!

Tuğrul AKŞAR
Tuğrul AKŞAR EKO-SPOR [email protected]

 Filmlere ve romanlara konu olabilecek denli özgün ve bir o kadar da insanı ve insanlığı, daha doğrusu kendimizi yeniden sorgulamamıza neden olacak yaşanmış bir olayı sizinle paylaşacağım.

Bu yaşanmış öyküyü dostum Tufan Cömert’in bir makalesinin girişine aldığı anekdottan öğrendim. Bu yaşanmış olay bize, “düşmanınız ile savaşıyor olsanız bile, düşmanınızın da bir insan olduğunu unutmayın” mesajını veren, olağanüstü bir hikaye… Bu sıra dışı olayın sadece yaşama dair kalmasını istemedim. Bu yaşanmış öyküde futbola, daha doğrusu oyuncusundan teknik direktörüne, yöneticisinden taraftara kadar tüm futbol paydaşlarına önemli dersler bulunuyor. Çünkü “futbol fena halde yaşama benziyor.”

Parasallaşma futbolun masumiyetini öldürdü

Futbolun son 25-30 yılda giderek parasallaşıp ticarileşmesi, bu güzel oyunun masumiyetini de alıp götürdü. Bu süreçte teşvik, şike, bahis, şiddet, rüşvet, yolsuzluk gibi birçok anti-futbol unsuru da maalesef futbolun bağışıklık sistemini çökertemeye yönelik ataklar yapmaya başladı. Sonunda ulaşılacak milyonlarca euroya varan parasal ödüllerin bulunduğu bir ortam ve yarışmada sadece futbol değil, futbolcusundan taraftarına hemen hemen futbolun tüm paydaşları karakteristik değişikliğe uğradı. Para bir yandan oyunu geliştirdi ve değiştirdi ama diğer taraftan da oyunu kendi yönetim ve denetimi altına aldı.

Günümüzde oyuncuların gladyatöre, statların arenaya, taraftarın tribünde rakibin ölümü için çığlık atan halka dönüştüğü modern zamanlarda, futbol bugün bir oyundan daha fazla bir anlam ifade eder duruma geldi.

Oyunu savaş olarak görmek!

Ne yazık ki, tribündeki taraftar arenaya çıkan kendi takımını oluşturan gladyatör futbolculardan ölümüne oynamalarını ve rakiplerini ezip yok etmelerini istiyor. Bu beklentinin oluşmasındaki en büyük katkı ise ne yazık ki, o takımın teknik adamları ve yöneticilerinden geliyor. Özellikle teknik adamların söylem ve eylemleri bizim gibi çevre futbol ülkelerinde geçer akçe. Oyunu bir savaş olarak görüp futbolcularından savaşmasını bekleyen bir teknik direktör de o takımın, pardon ordunun komutanı oluyor haliyle… Bu ruh durumu içindeki futbolcu da rakibini yok etmek için elinden ne geliyorsa, onu yapmaya çalışıyor. Bazen öyle olaylar, hareket ve davranışlara şahit oluyoruz ki, doksan dakikalık oyun birden hayat memat sorununa dönüşebiliyor. Oyunun ana aktörleri olan futbolcular, yeşil sahalarda oyun etiğinden ve iyi niyetten uzaklaşıp sadece kazanmaya ama ne olursa olsun kazanmaya odaklanan savaşçılara dönüşüyor, birey olmaktan uzaklaşıyor.

Sevgili dostum Ahmet Talimciler de bu konuya dikkat çeken çok güzel bir makalesini futbolekonomi’de yayınladı.[1] Talimciler’in de belirttiği üzere, “futbol medyasının savaş metaforları ile militarize bir söylem kullanması”, futbolun başta oyuncular olmak üzere tüm paydaşların davranışsal alışkanlıklarının olumsuz yönde değişmesine yol açıyor. Sonunda futbolun bir oyun olduğunu unutuyoruz ve ona gerektiğinden daha fazla anlam yüklüyoruz. Futbolun politik anlamda sosyal yaşamdaki rolünü, ekonomik anlamdaki meta değerini, finansal anlamda dolaylı bir rant elde etme aracı olduğunu çok iyi bilen birisi olarak söylüyorum bunları.

Futbolda amaca ulaşmak için her şey mübah mı?

Bu alışkanlıklar ve davranışların sadece yeşil alanlarda hayata geçirildiğini söylemek de yanlış olur. Aksine, toplumsal yaşamın her alanında kendisini somutluyor. Bu özelliklere sahip oyuncular, taraftarlar, yöneticiler, teknik adamlar sosyal yaşamlarında da kazanma odaklı bir yaşam biçimini kendilerine yaşam felsefesi olarak seçtiklerinde, ortaya uzlaşmaz bireylerden kurulu, kendi çıkarlarını ön planda tutan, ne olursa olsun amaçlarına ulaşmayı mübah sayan, birbirleriyle sürekli kavga eden, huzur ve mutluluk amacı olmayan, hoşgörü ve anlayıştan uzak bireyler topluluğu çıkıyor. İşte, böylesi bir ortamda birbirimize karşı tolerans payımız azalıyor, iyi niyetli, iyi ahlaklı bir birey olmaktan hızla uzaklaşıyoruz. Hal ve durum böyle olunca, geçmişten gelen içimizdeki insani kodlar birer birer kaybolup gidiyor. Bunun yeşil sahalardaki görüntüsünde ise bir futbolcu, yerde yatan oyuncuya tekme atabiliyor, gol atabilmek için her türlü hileye ve kandırmaya başvurabiliyor, rakibe gizli “pis” fauller yapabiliyor, hatta ona küfredebiliyor, rakibi yerde yatarken oyunu devam ettirip gol atabiliyor, kasti fauller ile rakibin sakatlanmasına neden olabiliyor ya da rakibin önemli oyuncularını saf dışı bırakarak, rekabet gücünü zayıflatabiliyor. Bu son dediğimize en iyi örnek, geçen sezonki Şampiyonlar Ligi finalinde Real Madrid‘li oyuncu Sergio Ramos’un Liverpool’un en önemli oyuncusu Muhammed Salah’ı sakatlayıp daha oyunun 26. dakikasında oyunu terk etmesine neden olmasıydı. Salah’ın oyundan çıkmasıyla, hücum üstünlüğünü yitiren Liverpool’un maçı ve şampiyonluğu 3-1 kaybetmesi sürpriz olmadı.

Kısacası, futbolcunun, teknik adamın, taraftar ve yöneticinin futbola değer katıp oyunu güzelleştirmeleri beklenirken, bu davranış kalıplarından hızla uzaklaştık. Rakibe karşı centilmenliği bıraktık. Futbolun bir oyun olduğunu unutup hayat memat meselesine dönüştürdük ve en önemlisi değer yargılarımızı ve davranış normlarımızı oluşturan ahlaki kodlardan koptuk, içimizdeki doğrunun sesine kulak vermedik, hatta yaptığımız yanlışları doğru olarak olumlamaya çalıştık. Bunu bir yaşam biçimine dönüştürdük. Ne yazık ki, bunu toplumsal yaşamda da somut olarak gözlemleyebiliyoruz.

Ama aşağıdaki yaşanmış olaydan da görülebileceği üzere, çoğu zaman yaşamımızda karşılaştığımız bazı olaylarda, davranışımızı şekillendiren içimizdeki ses bizi vicdanlı ve iyi ahlaklı olmaya, daha doğrusu insan olmaya davet eder. Bu sese kulak verip vermemek, sadece o anın ve ortamın etkisiyle somutlaşan bir davranış olarak yorumlanamaz. İçinizdeki ses aslında sizin yüzyıllar öncesinden gelen aile-yaşama-görgü kültürünüzden, süzülerek oluşmuş davranış normlarınızın ya da yaşadığınız toplumun sizi yönlendirdiği ve şekillendirdiği davranışsal kalıpların, kültürün bir sonucu olarak o anda dışarı yansır. Buna göre o sese kulak verir, gereğini yaparsınız ya da yapmazsınız.

Şimdi artık biz yaşanmış sıra dışı olayımıza geçelim.

Düşmanınız da olsa, içindeki doğruya kulak ver!

20 Aralık 1943’te Teğmen Charlie Brown’ın uçurduğu bir B-17 bombardıman uçağı Almanya’nın Bremen şehrindeki görevinden dönüyordu. Uçak, hava savunması ve Alman avcı uçaklarının açtığı ateş yüzünden perişan haldeydi: Gövdede büyük delikler açılmıştı, telsiz, makineli silahlar, seyrüsefer, elektrik ve hidrolik sistemleri çalışmıyordu. Mürettebatın yarısı yaralıydı. Uçağın havada kalması bile mucize iken, Brown omzundan yaralanmış, kan kaybeder halde uçağı İngiltere’ye geri götürmeye çalışıyordu. Filodan ayrılan uçak alçak irtifada seyrederken, Alman avcı uçağı pilotu Franz Stigler uçağın peşine düştü; bu B-17’yi düşürürse madalya alacaktı. Ancak yaklaşıp uçağın halini görünce eski komutanının sözleri geldi aklına: “Eğer sizi bir paraşüte ateş açarken görürsem, sizi şahsen ben vuracağım. Düşmanın kuralları ile değil, kendi doğrularınız ile savaşın. İnsan olduğunuzu asla unutmayın”. Bu haldeki bir uçağı düşürmek Stigler için bir paraşüte ateş açmak ile aynıydı. Stigler elini tetikten çekti, B-17’nin telsizi bozuk olduğu için kokpitin yanına kadar sokularak işaretlerle uçağın İngiltere’ye ulaşmasının imkânsız olduğunu, inip teslim olmaları gerektiğini anlattı. Brown inatçıydı, teslim olmayı reddetti. Brown’ı ikna edemeyen Stigler çılgın bir karar aldı: Uçağa eşlik edecek, böylece Alman avcılarının onu düşürmesini engellemiş olacaktı. Uzunca bir uçuş sonrasında uçak Kuzey Denizi üzerinde güvenli bir bölgeye varınca Stigler İngiltere’nin ne tarafta olduğunu işaret etti, selam verdi ve ayrıldı. Brown uçağı indirmeyi başardıktan sonra üstlerine Alman pilotun yaptığını anlattı.

Komutanları bu olayın düşmanı sevimli göstermesini istemedikleri için Brown’a asla konuşmamasını emrettiler, görevin bu kısmını gizli olarak sınıflandırdılar. Benzer şekilde, Stigler’in savaş zamanı düşmanın yaşamasına izin verdiğinin ortaya çıkması idamı ile sonuçlanacağı için o da bunu kimseye anlatmadı. “Kendi doğrularını” takip eden Stigler’in hikâyesi ancak bundan 40 yıl sonra ortaya çıkacaktı.

Charlie Brown savaştan sağ kurtuldu, ABD’ye döndü, albay rütbesi ile emekli oldu. 1986 yılında bir organizasyonda kendisine savaşta ilginç bir şey yaşayıp yaşamadığı sorulunca, artık zaman aşımı da devreye girdiği için Alman pilotun hikâyesini anlattı. Luftwaffe pilotlarının çoğunun savaşta ölmüş olması ve savaşın üzerinden de 40 yıl geçmiş olması nedeniyle Alman pilotun sağ olması ihtimali oldukça düşüktü. Ne var ki hikâye basında çokça yer bulduktan sonra, 1990 yılında Brown Kanada’dan bir mektup aldı. Stigler de savaştan sağ çıkmış, Kanada’ya göçmüş ve bir havacılık dergisinde Brown’ın anlattıklarını okumuştu. Stigler uçağın o halde İngiltere’ye kadar ulaşabileceğini düşünmemişti, mürettebata ne olduğunu hep merak etmişti. Sonunda iki “düşman” buluştular, birbirlerine sarılıp ağladılar, 2008 yılında Stigler 92, Brown 87 yaşında iken birkaç ay arayla ölene dek dost kaldılar. Kızı, Brown öldükten sonra Stigler’ın babasına hediye ettiği bir kitabı buldu. Stigler kitabın içine şöyle yazmıştı: “Tek erkek kardeşimi 1940 yılında savaşta kaybettim. Aynı yıl 20 Aralık’ta, Noel’den 4 gün önce aldığı hasar yüzünden uçması mucize olan bir B-17’yi kurtarma fırsatım oldu. O uçağın pilotu Charlie Brown benim için kardeşim kadar değerlidir. Teşekkürler Charlie… Kardeşin Franz”.
https://www.globalo.com/history-wwii-charlie-brown-franz-stigler-incident/
________________________________________

[1] Ahmet Talimciler, “Takım, Teknik Direktör, Taraftar mı? Yoksa Ordu, Kumandan, Cephane mi?” 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar