Fındıkta asıl mesele pastayı büyütmekten geçiyor
Geçen hafta bu köşede aslında fındık ile ilgili
yazacaktım.
Referandum ve bunun gazetelere yansımasıyla
ile ilgili tartışmalar ön aldı. Ön almaya
da devam ediyor. Geçen salı günü
ben görüşlerimi belirttim. Perşembe günkü
“İlkeler Kalelerimizdir” yazısında da hocamız
Dr. Rüştü Bozkurt konuyu ele aldı. Aynen
katılıyorum.
Gelelim fındık meselesine…
Fındık, belki de Türkiye’nin en çok tartışılan
ürünü…
Kısaca bir çerçeve çizmeye çalışalım:
Toplam hacmi 3 milyar doları buluyor.
300 bini doğrudan, 3 milyon kişi de fındıkla
ilgili.
İhracatı 1.5 milyar dolar civarında.
Türkiye’nin 725 bin hektarında fındık dikiliyor.
Dikim alanlarının büyük bölümü Karadeniz
Bölgesinde…
Ama bugün 49 ilde fındık var.
Fındıkta dünya birincisiyiz.
Eee, ne de olsa fındığın anavatanı Anadolu
toprakları…
Oradan dünyaya yayılmış.
Halen dünya fındık üretiminin yüzde 75’i
Türkiye’de.
Ancak son dönemde fındık üretimini hızla
geliştirenler var.
Özellikle de çevremizde.
Azerbaycan ve Gürcistan örneğin.
Birkaç yıl önce 10-20 bin tonluk üretimlerini
60-70 bin tona çıkardılar.
Üstelik fiyatları da aşağı çekiyorlar.
Türk fındığı 500 dolar ise, onlar 470’e veriyor.
Dünyada her yıl fındıkta bir arz fazlası oluşuyor.
Bu arz fazlası “az” diye nitelenen yıllarda 50
bin ton. “çok” denilen yıllarda 200-250 bin
tona varıyor. Genelde ise 100-150 bin ton.
İster az, ister çok, isterse de normal olsun,
arz fazlasının çoğu Türkiye’de oluşuyor.
Bir başka deyişle, piyasanın büyük ağabeyi
biziz ama bakiye de hep bizim üzerimizde
kalıyor.
Fındık Tanıtım Grubu Yönetim Kurulu Üyesi
Ali Haydar Gören ile konuşuyoruz.
Aklın yolu bir.
Dünyanın en büyük üreticisi olduğuna göre,
Türkiye’nin fındık piyasasında, fındık fiyatında
söz sahibi olması lazım.
Ama ne yazık ki değiliz.
Alıcılar çok daha
baskın.
Neden peki?
Kalite deseniz… Kalite yüksek…Üreticisi
de ihracatçısı da aynı fikirde…
Teknoloji deseniz… Makineler yeni. Tesisler
modern. Amerika’daki fındık kırım tesisleri
bizdekilerin yanında ilkel kalıyor. Bunu
bizzat fındık alıcısı yabancılar söylüyor.
Öyleyse nedir problem?
İhracatçıya göre, birinci problem fındığın
desteklenmesi.
“Bu politika yüzünden ata sporumuz güreşten
sonra, ata yadigarı fındığı da kaybetme
aşamasına geldik” diyorlar.
Daha doğrusu gelmiştik.
15 Temmuz 2009 tarihi fındık ürününde yeni
bir başlangıç oldu.
Bir milat.
O tarihte hükümet bir asırdır kangrenleşen
soruna neşter vurdu. Devlet fındık piyasasından
çekildiğini ilan etti. “Müdahale alımı”
bitti.
Tarım yazarımız Ali Ekber Yıldırım’a sordum.
Fındığın ekonomisini şekillendirdiği Ordu
Temsilcimiz Murat Gürsoy’a da.
Fındıkta iki cephe var.
Biri ticaret grubu.
Yani, fındık ihracatçısı ve tüccar kesimi. Ki
tüccar ve ihracatçı çoğu zaman aynı kişiler.
Bir de üretici kesim. Yani, çiftçi ve ziraat odaları.
Sorunlarla boğuşan FİSKOBİRLİK ise bugün
için soru işareti…
Yukarıda özetlenen bakış, yani devletin
fındık piyasasından çekilmesi, ticaret grubunun
yıllardır özlemiydi.
O nedenle, tavırları net.
Yeni politikanın tavizsiz uygulanmasını istiyorlar.
Üretici kesime gelince…
Rahatsızlık var. Ama henüz su üzerine çıkmıyor.
Neden çıkmıyor derseniz…
2009’da rekolte düşük çıktı. Son 6 yılın en
düşük fındık üretimi gerçekleşti. Fındık az
olunca fiyatlar düşmedi. Rekolte eksikliği de
yeni fındık stratejisinin başarısı olarak gösterildi.
Görünen o ki, bu yıl da önemli bir rahatsızlık
görülmeyecek. Bizim gazetede de yer verdik:
Sıcaklar nedeniyle 2010 rekoltesinde
yüzde 15’lik bir düşüş bekleniyor.
Deniliyor ki, sorun rekolte
yüksek çıkınca patlayacak.
Geçen yıl 500 bin ton Kabuklu.
‘Kabuksuz hesap
edecekseniz yarısını alacaksınız)
Bu yıl da 600
bin ton.
Soruyorlar:
Peki ama rekolte 800
bin ton olduğunda ne
olacak?
Fındık fiyatları şimdi 3.60
lira . Kurtarıyor. Yerlerde süründüğünde
ne olacak?
Bu soru, bir başka
cepheden ihracatçıları
da rahatsız ediyor.
Çünkü onların aklında da, “acaba
hükümet zor duruma düşer de, yeniden
aynı politikaları uygulamak durumunda kalır
mı?” sorusu var.
Başbakan yeni politikanın devamında ısrarlı
görünüyor ama…
Öyle ya, siyaset bu…
Baskılara dayanamaz, “oy”un cazibesine kapılır,
politikayı değiştiriverir.
Tüccarda, ihracatçıda beklenti o yönde değil
ama kuşku duyulan bu!
Ali Ekber Yıldırım’ın geçenlerde gazetemizde
yer alan haberine göre, referanduma
gidilirken, FİSKOBİRLİK’e destek arayışlarıyla,
bu yönde işaretlerin verildiği kuşkuları
zihinleri kurcalıyor.
Arz fazlası…
İçerideki tartışmalarda işin gelip düğümlendiği
yer burası.
Yeni fındık politikasının temelini de bu soruna
çözüm oluşturuyor.
3 yıllık çerçevede düşünülen yeni fındık politikası
başarısını 100 bin hektara yakın bir
alanda fındığı sökeceği varsayımı üzerine
kurmuştu.
Yani Türkiye, üç yılın sonunda 700 bin hektarı
aşan bir alanda değil, 600 bin hektarlık
bir alanda fındık üretimini yapacaktı.
Arz fazlası nedeniyle ortaya çıkan fiyat istikrarsızlığı
sorunu da çözülmüş olacaktı.
Fındık sökümüne dayanan yeni fındık politikasının
birinci yılı 30 Haziran’da bitti.
Peki ne oldu?
Doğrusu, pek bir şey olmadı.
Kimse fındığını sökmedi.
Önce birinci yıl sonucunu verelim:
Toplamı 500’e varmayan üretici başvurusu
ve toplamı 4 bin hektara varmayan sökülecek
fındık alanı.
Devede kulak.
Diyeceksiniz ki, ‘dur bakalım’
Bu daha birinci yıl.
Bunun ikinci, üçüncü yılı var.
Ama işin içindekiler buna pek şans tanımıyor.
Sordukları soru basit:
Dekar başına 600 TL söküm desteği verildiği
ilk yılda sonuçlar buysa, desteğin 450
liraya düşürüldüğü bir dönemde başvurular
nasıl artacak?
Bir de işin verimlilik boyutu var.
Bir yandan, her şeyde olduğu gibi fındıkta
da verimlilik artsın istiyoruz.
Ama gelin görün ki, verimliliği artırmak işleri
daha da sarpa sardırıyor.
Nasıl mı?
Türkiye’de fındık üretiminde verimlilik dekar
başına 100 Kg.
Bu rakam İtalya’da 155, ABD’de 215 Kg.
Normal koşullarda Türkiye yılda 700 bin ton
fındık üretiyor.
Verimlilikte İtalya seviyesine gelse…
Yani verimliliğini yüzde 50 artırsa…
1 milyon tonu geçtiniz demektir.
Bugün 800 bin ton fındığın telaffuzu korku
salarken, olacakları bir düşünün…
Tüccar diyor ki,
Ürünü destekleme politikası üreticinin de
aleyhine…
Bu politikanın yarattığı dengesizlik üreticiyi
de yoksulluğa itiyor.
Oysa esas olan üreticinin desteklenmesi.
Özellikle de, asıl işi, tek işi fındık olanların.
Çünkü, İstanbul’da, Ankara’da, belediyede
ya da başka işlerde çalışıp da, yılda bir ay
gelip fındık toplayan ya da toplatan “karne”
sahiplerinin fındıkta dengeyi bozduğu görüşü
hakim.
Buna ek olarak, 110 bin hektarı bulan “kaçak”
da başa bela. Yani Hazine arazisi üzerine
yapılan fındık dikimi.
Bu miktar, fındıkta sorunun temelini oluşturduğu
söylenen arz fazlasına da eşit.
Buna göre, kaçak fındık fidanları sökülse sorun
da ortadan kalkacak.
Hesap güzel ama pratikte pek bir şey ifade
etmiyor.
Çünkü kaçak araziye yapılan ekime, doğal
olarak söküm desteği yok.
Zaten kaçak.
Ama bir denetim de yok.
Kendiliğinden söken de olmadığına göre…
Sorun nasıl çözülecek?
Ali Haydar Gören ile tartışıyoruz.
Acaba biz fındığı yeterince tanıttık mı?
Yeterince pazarlayabiliyor muyuz?
Çünkü pazarlamayla ilgili bir sorun olduğu
kesin.
Ali Haydar Bey, rakamlar verdi.
Sizi rakamlara boğmak istemiyorum.
Söylediklerinin özeti şu:
Dünyada çikolata ve çikolatalı ürünler pazarı
büyüyor.
Ama Türk fındığının pazar payı büyümüyor.
Yerinde sayıyor.
Buna karşılık, badem, 1998’den bu yana
kendi payını dünya çapında iki kat büyüttü
ABD’nin badem için uyguladığı strateji örnek
gösteriliyor.
Sonuçlara bakınca gerçekten de müthiş.
Amerikalı yöneticiler, bademde fiyatları 5 yıl
sabitlemiş.
Alıcılar Amerika’ya yönelmiş. 2000 yılında
500 milyon dolarlık badem ihracatı yapan
ABD, beş yıl sonra 1.7 milyar dolarlık ihracat
yapar hale gelmiş. İtalya, İspanya gibi önde
gelen badem üreticileri bir anda yarış dışında
bırakılmış.
Sonuca bakıp, “o zaman biz de badem dikelim”
demeyeceğim.
Ancak fındıkta pastayı büyütmek gerektiği
de ortada.
Fıkrayı bilirsiniz…
Adam öteki dünyaya göçmüş. Bakmış,
cezasını çekmek üzere birçoğu ateş dolu
çukurlarda. Çukurların başında da, kimse
dışarı çıkmasın diye zebaniler nöbet bekliyor.
Fakat bir çukur dikkatini çekmiş. Çünkü
o çukurun başında zebani filan beklemiyormuş.
Sormuş: “Neden bu çukurda zebani yok?”
“Haa, demişler o mu? O Türk çukuru. Zebaniye
gerek yok. Kim dışarı çıkmak istese,
diğerleri zaten onu paçasından aşağıya
çekiyor”
Fındık piyasasında da durum buna benziyor.
İçeride herkes birbirinin ayağına kurşun sıkmakla
uğraşırken, bu kör dövüşünden
dünya çikolata devleri faydalanıyor.
Aslında bakarsanız, istikrarlı bir fındık piyasası,
uzun vadede onların da aradığı şey.
Türkiye’den ne kadar ürün alacaklarını, ne
fiyata alacaklarını ve ne zaman alacaklarını
bilmek istiyorlar. Ama bu olmadığı zaman
Türkiye’den fındık geldi gelmedi telaşına girme
lüksleri yok. Milyarlık tesislerini, markalarını
riske atacak değiller.
Ali Haydar Gören’in dikkat çektiği bir nokta
hayli çarpıcı:
İlk Fındık Şurası 1934 yılında yapılmış.
Celal Bayar toplamış şurayı.
Aynı sorunlar, o gün de masada.
Getirilen çözüm önerileri de…
Deyim yerindeyse o günden bugüne temelde
bir arpa boyu bile yol kat edilmemiş.
Bu kadar kök salmış sorunlar nasıl çözülür?
Ben bir şey önermeyeceğim.
Tek söyleyeceğim, gündelik çıkarın biraz
ötesine geçmek.
İçeride, pastanın kaymağını kim yiyecek kavgasından
vazgeçmek gerekiyor.
Dünyada fındığın pastasını büyütmek gerekiyor.
Bence işin püf noktası burada.
Anlaşılan, Ulusal Fındık Konseyi gibi çözüm
üretmesi beklenen platformlarda da, birlikte
davranamama sıkıntısı var.
Ama madem ki, ortak çıkarlar söz konusu…
Ortak aklı üretmek de onlara düşüyor…
Bütün bunları neden yazıyorum.
Tabii ki, fındıktaki sorunu çözmek fındıkçılara
düşer.
Üreticisiyle, satıcısıyla…
DÜNYA’nın işi değil…
Biz sadece olan biteni yansıtırız.
Köşe yazarlarımız da yorumlarıyla yol, yön
göstermeye çalışır.
O kadar…
Ama işin diğer yönüne ilgisiz kalamayız.
Çünkü fındık ne sadece yetiştirenin, ne sadece
satanın.
Fındık hepimizin.
Türkiye’nin ürünü.
Fındığın, tanıtımı hepimizi ilgilendirir.
Daha da ileri gideceğim…
DÜNYA, fındığın tanıtımı, daha çok kullanımı
için gazete olarak katkısını sunmaya
hazır.
Bu konuda yapılacak etkinliklerde, konferanslarda,
örneğin dünya çikolata devlerinin
de katılacağı bir fındık zirvesinin düzenlenmesinde
üstüne düşeni yapmaya hazır.
Günümüzde, iktisatçılar, mühendisler, tüccarlar
ve politikacılarla birlikte iletişimcilere
de görev düşüyor.
Karınca, kararınca…
Pakistan’a “insanca” yaklaşılmalı
Pakistan’da büyük bir felaket yaşanıyor.
Hepimiz bunun farkına bir hayli geç vardık.
Sel suları ülkenin 17 milyon dönüm toprağını kapladı.
Üstelik bunlar en verimli tarım alanları.
Yüz binlerce baş hayvan telef oldu.
Gıda depoları yitirildi.
Yaşanan sel on milyonlarca kişiyi etkiledi.
Pakistan’da şu anda büyük bir kıtlık var.
Bu kez fazla suyun yol açtığı bir kıtlık.
Muson yağmurları, bölgeyi her yıl etkiliyor.
İşin doğasında bu var.
Ancak bu yıl tablo korkunç.
Bu nedenle, sonuçları da her yılkinden farklı olabilir.
Hem sosyal, hem ekonomik, hem de siyasi bakımdan
Pakistan halkı, felaket karşısında büyük şokta.
İşin kötüsü hükümeti de öyle…
Doğru dürüst hareket edemiyor.
Dahası ülkenin iki önde gelen partisi birbirine düştü.
Pakistan’ı oluşturan en büyük etnik gruplardan Paştunlara
dayanan Ulusal Halk Partisi ile Urdu dilini konuşanların
bağlı olduğu liberal eğilimli Birleşik Ulusal
Parti arasında silahlı çatışmalar yaşanıyor. Çatışmalara
mafya grupları da karışmış durumda.
Felaketin ardından ortaya çıkan hesaplaşmanın arenası
ise bizzat başkent Karaçi.
Kısacası, sel Pakistan’ın sosyal yapısını da önüne katmış
sürüklüyor.
Selin dalgaları, iktidar ilişkilerini de çözüyor.
Bu sırada, Taliban etkinliğini artırıyor.
Sel bölgesindeki yardım etkinliklerini tekeline almaya
çalışıyor. Başkalarının bölgeye gelmesini engelliyor, parti
temsilcilerini öldürüyor. Geçen yıl Taliban ile sert çarpışmalara
giren Pakistan hükümetinin eli bir hayli zayıf.
Uyguladığı son IMF programı, çok düşman kazandırdı.
Batı gazetelerinde çıkan yorumlarda dahi, Pakistan
hükümetinin IMF destekli programının, halkın önemli
bir kısmını Taliban’ın kucağına ittiği belirtiliyor.
Eleştiri altındaki ordunun ise ne yapacağı belli değil.
Pakistan halkı yalnız kalmamalı.
Yardım eli uzatılmalı.
Siyasi, ekonomik ya da başka bir şey için değil.
Sadece insanca…