Fed kararı sonrası
FED Haziran toplantısında faiz oranını artırmadı. Temmuz için belki dedi. Fakat bu güçlü bir ifade değildi. Bu karar sonrası faiz oranı artışı sonbahara kaldı gibi. Perşembe günü itibari ile de Türkiye’de yeniden faiz oranı düşüşü istenmeye başlandı.
Olabilir mi? Olur. Bunun dayanaklarını da sıralayalım:
FED faiz artışını erteledi.
Enflasyon oranı Mayıs ayı itibari ile düşüyor. Yıllık enflasyon 2015 yılının Mayıs ayında %8,09 iken, bu yıl %6,58’e geriledi.
TÜFE endeksinden türetilen çekirdek enflasyon, yani mevsimsel ürünler, işlenmemiş gıda ve enerji grubu çıkartılarak bulunan enflasyon oranı uzun süre sonra yönünü aşağıya çevirdi, %9,08’e indi.
Döviz kuru üzerindeki baskı da hafiflemiş durumda. Bunun en büyük nedeni de 2015 yılı Ocak-Nisan döneminde 14 milyar 397 milyon dolar olan cari açığın bu yıl aynı dönemde 10 milyar 778 milyon dolara düşmüş olması.
Tüm bunlar olurken, üstelik ilk çeyrek büyüme oranı da %4,8 geldi.
Bu verilerden yola çıkarak faiz oranları düşmeli diyebiliriz. Ama şunları da unutmayalım:
FED’e fazla güvenmek anlamlı değil.
Enflasyon da kalıcı düşüş gerçekleşti demek için erken.
Cari açığın ne ile finansa edildiğinde baktığımızda iki kaynak görüyoruz. Geçen seneye göre düşüşe geçmesine rağmen net hata noksan ve portföy yatırımları içinde Devlet İç Borçlanma Senetlerine olan aşırı talep.
2015 yılının Ocak-Nisan döneminde DİBS yoluyla gelen kısa süreli sermaye 598 milyon iken, bu yıl aynı dönemde gelen sermaye yaklaşık sekiz kat arttı ve 4 milyar 980 milyon doları buldu. DİBS satımı yolu ile cari açığın nerede ise yarısını finanse ettik. Düğün değil, bayram değil bu DİBS sevgisi neden arttı sorusunu sormak durumdayız. Bunun ana nedeni körfez sermayesinin BIST’e yüklenmesi diye biliriz. Bunda da politik tercihler rol oynadı gibi. Mesela Türkiye boşuna Katar’da askeri üs açmadı.
Faiz oranını TCMB düşürdüğünde finansal piyasalar buna uyar mı, uyarsa hangi düzeyde uyar? Bu sorunun yanıtı banka bilançolarında gizli. Bankalar mevduat, ya da yurtdışından kredi alarak, kimi zamanda önemli tutar da olmasa da tahvil, bono ihraç ederek kaynak toplarlar. Sonra da topladıkları fon kaynaklarını kredi olarak plase ederler, ya da DİBS satın alırlar. Bankacılık sektörü uzunca bir dönem, 2015 yılına kadar maliyeti düşük olduğu için BDDK’ın kısıtları çerçevesinde yurtdışından alabilecekleri kadar döviz cinsinden sendikasyon kredisi aldılar. Sonra da bunları konut sektörü finansmanı başta olmak üzere kredi olarak plase ettiler. İyi de para kazandılar. Türkiye ekonomisi 2009 yılında %4,8 küçülürken, bankacılık sektörü yüksek oranlı kar elde etmeyi becermişti. Ancak 2015 yılında döviz kuru artışları nedeni ile karları kısmen tırpanlandı. Daha da önemlisi yeniden kur riskinden korkar hale geldiler. Mevduattaki artış ise ancak kredi artışını karşılayacak kadar, 2016 yılı Haziran ayı başı itibari ile mevduat geçen yılın Haziran ayına göre %13,66 arttı, kredideki artışta %12,54, yani biri birine denk. Bundan dolayı banka genel müdürleri kredi artışı için kaynak bulunması gerekiyor demeye başladılar. Üstelik bir gelişme daha var, reel sektör geçen yıla göre daha riskli. Artık iflas erteleme haberinin olmadığı gün yok gibi.
Faiz oranı sadece ekonomik değişkenlere bağlı olarak oluşmaz, beklentiler yani ekonomiye ülkeye olan güvende önemli bir değişkendir. Buna da risk primi denir. Bu Türkiye için yüksek.
Sonuç olarak faiz oranları konusu riskli. Kendine güvenen öne çıkar, meydan boş.