Farklı sebepler, benzer sinyaller: ABD ve Türkiye'de siyasi belirsizliğin ekonomik yankıları
Dünyanın iki farklı ucunda, birbirinden çok farklı iki ülke... Ancak sis bulutlarının ardından şaşırtıcı bir benzerlikle yükselen ortak siluet: siyasi belirsizliklerin artırdığı ekonomik kırılganlıklar. ABD ve Türkiye, farklı bağlamlarda da olsa, siyasi gelişmelerin ekonomik maliyetlerini eş zamanlı olarak deneyimliyor.
ABD’de son haftalarda alevlenen tarife tartışmaları, sadece ticaret politikası açısından değil, ekonomiyle siyaset arasındaki gerilim açısından da dikkat çekici. Trump yönetiminin bir ileri bir geri adımlarla duyurduğu tarifeler, finansal piyasalarda belirsizlik ve kaos yaratıyor. “Güvenli liman” farzedilen ABD tahvillerine olan güven dahi zedelenirken, Dolar da beklentilerin aksine değer kaybediyor. Cuma günü açıklanan Michigan Üniversitesi Hanehalkı Enflasyon Beklentileri, yaşanan ekonomik kafa karışıklığını net biçimde ortaya koydu: 12 ay ileriye yönelik beklenti, sadece bir ayda %5’ten %6,7’ye yükseldi.
İşin ilginç yanı, bu yükselişin hemen öncesinde açıklanan Mart ayı enflasyon verisinin %2,4 ile düşüş trendini pekiştirmesi idi. Yani gerçekleşen enflasyonla beklentiler arasındaki makas açıldı. Bu ayrışma, beklenti oluşumunda ekonomik veriden ziyade siyasi atmosferin belirleyici hale geldiğini gösteriyor.
Benzer bir gelişme Türkiye’de de gözleniyor. Haziran ayından sonra düşme eğilimine giren manşet enflasyona rağmen, siyasi tansiyonun tırmandığı Mart ortası itibarıyla beklentilerde bozulma başladı. 15–19 Mart tarihleri arasında Koç Üniversitesi bünyesinde gerçekleştirdiğimiz Hanehalkı Enflasyon Beklenti Anketi, bu kırılmanın öncü işaretlerini veriyor. Önümüzdeki dönemde siyasi tansiyonun yönü, beklentilerdeki bozulmanın kalıcı olup olmayacağını da belirleyecek.
Tarife koymak ya da koymamak: İşte Trump’ın Hamlet anı
ABD Başkanı Trump’ın tarife politikası, bir ekonomik araçtan çok, siyasi bir stratejiye dönüşmüş gibi görünüyor. Shakespeare’in ölümsüz karakteri Hamlet, “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu” derken, kendi iç çelişkileriyle boğuşuyordu. Varlıkla yokluk, eylemle eylemsizlik arasında sıkışmış bir zihin…
Bugün Washington’da yaşananlar da benzer bir kararsızlığın politik sahnedeki karşılığı gibi: Tarife koymak mı, koymamak mı? Trump bir gün tarifeleri ilan ediyor, ertesi gün erteliyor, ardından artıracağını söylüyor; sonrasında müzakereye açık kapılar bırakıyor. Bu tutarsızlık sadece ticaret politikasına değil, küresel piyasaların yön duygusuna da zarar veriyor.
Hamlet, çelişkilerinin farkındaydı ve bu farkındalık ona trajik bir derinlik katıyordu. Trump ise kafa karışıklığını zaman zaman bir strateji gibi sunuyor, ama piyasalarda bu strateji değil, istikrarsızlık olarak algılanıyor. Ekonomik kararların tutarlılıktan uzak, içgüdüsel reflekslerle şekillenmesi; yatırımcıları, üreticileri ve tüketicileri aynı anda belirsizliğe sürüklüyor.
Piyasalarda bu belirsizlik iki yönden rahatsızlık yaratıyor. İlki, tarifelerin ABD ekonomisine ciddi zarar vereceği yönündeki inanç. Gerekçesi net: Üretim yapısını değiştirmenin yolu tarife koymaktan geçmez. Üstelik otomasyona dayalı modern ekonomilerde, üretim yapısı imalata kaysa dahi arzu edilen istihdam artışı gelmez. Bu nedenle, imalat sektörü başta olmak üzere ABD borsaları sert satışlarla karşılaşıyor.
İkinci rahatsızlık ise, Trump’ın niyetine dair duyulan kuşku. Gerçekten üretimi artırmak mı istiyor, yoksa yalnızca diğer ülkelerle pazarlıkta el mi yükseltiyor? Eğer samimi biçimde tarifeler yoluyla gelecek bir üretim reformuna inanıyorsa, neden bu kadar çelişkili sinyal veriliyor? Politika yapıcıların ne yapacağına dair bu muğlaklık, yatırım kararlarını da felce uğratıyor.
Trump’ın bir diğer argümanı olan “ticaret açığı kötüdür” söylemi ise, iktisadi açıdan oldukça tartışmalı. Nobel ödüllü iktisatçı Paul Krugman’ın örneği üzerinden hareket edelim: Bir iş yerinde çalışıyor, işvereninize hizmet satıyor ve “ticaret fazlası” elde ediyorsunuz. Bu ticaret fazlasından elde ettiğiniz net geliri markette harcıyor, orada da bir “ticaret açığı” veriyorsunuz. Ama kimse sizden ikili ticaretinizi dengelemek adına işvereninizden alışveriş yapmanızı ya da marketin sizden ürün almasını beklemiyor. Ülkeler arasında da ikili ticareti denkleştirme çabası benzer bir mantık hatasına işaret ediyor.
Türkiye ne kazanır, ne kaybeder?
90 günlük duraklama süresinde yapılacak pazarlıklar sonrasında Türkiye’nin hala %10’luk “en düşük” tarife diliminde kalıp kalmayacağı henüz net değil. Ancak eğer bu durum devam ederse, Türkiye açısından bir avantaj yaratabilir mi? Belirsizliğin arttığı ve küresel resesyon olasılığının güçlendiği bir ortamda, Türkiye’yi bu krizin “kazanı” değil de “daha az kaybedeni” olarak düşünmek daha yerinde bir yaklaşım olacaktır.
Türkiye’nin ihracata dayalı büyümeye tam geçememiş olması bu süreçte ironik bir fayda sağlayabilir. İç talep odaklı bir büyüme modeli, dış ticaret savaşlarının yansımalarına ve yaklaşan küresel resesyona karşı görece daha dirençli bir koruma kalkanı işlevi görebilir.
Müzakereler sonrası Türkiye’nin düşük tarife diliminde kalması, rekabet gücünü az da olsa artırabilir. Ancak burada da gerçekçilik şart. Türk lirasındaki son iki yıldaki değerlenme, ihracat ürünlerini ciddi olarak pahalı hale getirmişken, Çin’e uygulanan tarifelerle Türkiye’nin bir fırsat yakalayacağını ve Çin’den açılacak boşluğu dolduracağını beklemek fazla iyimserlik olur. Unutmayalım ki Türkiye uzun süredir üretkenlik artışı sağlayamıyor ve düşük katma değerli ürünler ihraç ediyor. Buna karşılık Çin birçok ürünü hâlâ daha ucuza üretebiliyor.
Sonuç: Farklı yollar, ortak sarsıntı
Tarifelerin uzun vadede yürürlükte kalıp kalmayacağına dair dış belirsizlikler, içeride ise siyasi risklerin yarattığı baskı Türkiye’ye yönelik yatırım iştahını dizginleyecektir. Dış konjonktür kısmen elverişli gibi görünse de, içerideki koşullar düzelmedikçe bu sınırlı fırsat penceresinin gerçek kazanca dönüşmesini beklemek zor.
ABD ve Türkiye’de ekonomik çalkantıyı belirleyen ana sebepler tamemen farklı, ama her iki ülkenin de karşı karşıya olduğu temel mesele benzer: siyasi belirsizliklerin ekonomi üzerindeki baskısı. Risklerin arttığı ve güven kaybı yaşanan dönemlerde, beklentiler bozuluyor, yatırım yavaşlıyor, güven kaybı yayılıyor. Belirsizlik, piyasalarda yalnızca veriyle değil, yönle de besleniyor. Ve yön duygusunu kaybeden ekonomiler, büyüme değil, savrulma yaşıyorlar.