FAO ciddi bir güven krizi ile karşı karşıya
YAKIN PLAN / Didem Eryar Ünlü [email protected] "Önümüzdeki on yıl içinde aç olan tek bir çocuk kalmayacak". İlk Gıda Konferansı'nın gerçekleştiği 1974 yılında, FAO uzmanları tarafından yapılan açıklama bu yöndeydi, fakat bugün dünya genelinde 600 milyon kişi açlık sorunu yaşıyor. 1945 yılında BM tarafından kurulan Gıda ve Tarım Örgütü'nün (FAO) amacı 2015 yılına kadar bu sayıyı yarı yarıya indirmek. Sorun şu ki, aç insanların sayısı artmaya devam ederken, FAO'nun bu sayıyı geri çekebileceğine güvenenlerin sayısı da her geçen gün azalıyor. 2007 mayıs ayı ile 2008 mayıs ayı arasında mısır fiyatının yüzde 31, pirinç fiyatının yüzde 74, buğday fiyatının ise yüzde 130 oranında artış gösterdiği dikkate alınırsa, FAO'ya yönelik tepkilerin yükselmesinde, artan gıda fiyatlarının yarattığı endişenin de önemli bir rol oynadığı ortada. Küresel gıda krizi ile mücadele için 1,2 milyar dolarlık bir bütçe ayıran Dünya Bankası, bu bütçeyi FAO yerine, BM'nin insani işler koordinatörü John Holmes'e emanet etti. Suudi Arabistan tarafından gıda fiyatlarındaki artıştan en fazla etkilenen ülkelere yardım etmek üzere ayrılan 500 milyon dolar da, FAO'ya değil, Dünya Gıda Programı'na (WFP) veriliyor. Bu iki olay, açlıkla mücadele ve üçüncü dünya ülkelerinde tarımın kalkınmasını desteklemek amacıyla BM tarafından kurulan Dünya Gıda Örgütü'nün yaşadığı güven kaybını açık bir şekilde ortaya koyuyor aslında. 2007 Kasım ayında örgüte üye ülkelerin belirlediği uluslararası uzmanlar komisyonu tarafından hazırlanan rapor, 14 yıldır Senegalli Jacques Diouf tarafından yönetilen FAO'yu oldukça sert bir dille eleştirmişti. Eleştirilerin başında son derece bürokratik bir yapıya sahip olan FAO'nun, küresel vizyonunun ve önemli projelerinin bulunmadığı geliyor. Rapora göre FAO bünyesinde yeterince fikir üretilemediği gibi, gerçekleştirilen yardımlar da hedefine ulaşmıyor. FAO yılda, yarısı Afrika'da olmak üzere 350 tane küçük çaplı proje gerçekleştiriyor. Projelerin amacı doğal felaket durumunda müdahale etmek ve tarımın gelişmesine katkı sağlamak. Örneğin 2005 yılında güney doğu Asya'da meydana gelen tsunami sonrasında, bölgeye önemli ölçüde tohum yardımı yapıldı. Fakat merkezi yapıya sahip olan örgütte karar mekanizmasının son derece yavaş işlemesi ve alandaki personelin deneyimsizliği, bu tohumların bölgeye ulaşmasını ve doğru şekilde kullanılmasını geciktirdi. Benzer bürokratik sorunlar kuş gribi vakasında da söz konusu oldu. Bazıları, FAO'nun fes edilmesini ve görevlerinin Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu'na (IFAD) aktarılmasından yana. Roma merkezli küçük bir finans kurumu olan IFAD, 80'li yıllarda Bangladeş'te mikro-krediyi keşfeden ve geliştiren kuruluş olarak tanınıyor. Eski yöntemler, eski fikirler Raporda yer alan eleştiriler, FAO'daki tek karar merkezi olan başkan Jacques Diouf'a yöneliyor özellikle. Burada da gündeme gelen en büyük sorun bürokratik kontrollerin fazlalığı ve yavaşlığı. Örneğin belli bir ülkeye heyet göndermek için yedi imza gerekiyor. 200 bin dolarlık bir projenin uygulanması için gerekli olan imza sayısı ise on yedi. Bir uzmanın göreve alınması 190 günden fazla sürüyor. Mevcut personelin sadece yüzde 1,35'i sürekli eğitim alıyor. Verilen eğitim ise sadece dil eğitimi ile sınırlı. Raporda dikkat çekilen önemli bir nokta da bu. Çünkü FAO gibi bir örgütün değişen dünyanın ihtiyaçlarına uyum sağlayabilmek için bilimsel araştırmaya öncelik vermesi gerekiyor. Rapora göre FAO'da hala "eski yöntemler, eski fikirler, geleneksel ağlar" hakim. Örgütün bütçesine bakacak olduğumuzda da, 1994'tan bu yana azalma olduğu göze çarpıyor. FAO'nun 673 milyon dolar olan 1994-1995 bütçesi, 2002-2003'te 586 milyon dolara, 2006-2007'de ise 522 milyon dolara gerilemiş durumda. Korkutan rakamlar Bugün 6.6 milyar olan dünya nüfusunun, 2050 yılında 9,2 milyara ulaşacağı tahmin ediliyor. BM'ye göre 2025 yılında açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalacak insan sayısı 1,2 milyara ulaşabilir. Uzmanlar gıda krizinin en az 10 yıl sürebileceğini ve bu süreçte gelişmiş ülkelere büyük görevler düştüğünü söylüyorlar. Çünkü Haiti, Kenya, Kamboçya, Mısır, Mozambik gibi diğerlerinin sorunu aynı; açlık. Bu noktada ne dil farkediyor, ne de ülke, çünkü "Ağzına koyacak hiçbir şeyin yoksa, bunu her dilde aynı şekilde söylersin". "Sarkoberlusconizm" "Yeni prens, Berlusconi" isimli kitabın yazarı Fransız düşünür Pierre Musso'nun bu günlerde gündeme getirdiği yeni bir kavram var: "Sarkoberlusconizm". Fransa'nın, Temmuz'da devralacağı AB dönem başkanlığı öncesinde İtalya'nın desteğini almak istediğini kaydeden Musso'ya göre, Fransız Sarkozy ve İtalyan Berlusconi'nin çok sayıda benzer yönü bulunuyor. Ekonomik açıdan benzerlikleri her ikisinin de Amerikan modelinden esinleniyor olmaları, fakat bununla birlikte korumacılık politikasından da vazgeçmemeleri. Musso, her ikisinin de "Şirketlerin fayda sağlaması için, kurumlarda reform yapmayı; ve devleti bir şirket gibi yönetmeyi" istediklerini düşünüyor. Siyaset boyutunda ise, geleneksel sağ partilerden farklı olduklarını, hatta gerektiğinde popülist yaklaşımlardan çekinmediklerini ifade ediyor Musso. Sarkozy ve Berlusconi'nin kendilerini "geçmişi geride bırakan, geçmişten farklı olan" insanlar olarak tanımladıklarını da ifade ediyor. İki liderin bir diğer ortak noktaları ise sürekli olarak basına müdahale etmekle suçlanmaları. Devlet otoritesi, Katolik dünyası ve girişimcilik Genel anlamda her ikisinin de güç ve insan ilişkileri kavramlarına bakışlarının aynı olduğunu söyleyen Musso'nun, "Sarkoberlusconizm"i tanımı şöyle: "Sarkoberlusconizm, farklı ulusal gerçeklere uyum gösterebilen bir tür latinleşmiş Amerikancılıktır. Bu yeni neoliberal, avrupa-akdeniz siyaset modeli, devlet otoritesini, Katolik dünyasına saygıyı ve girişimciliğin yükseltilmesi içinde barındırıyor." İtalyan basını, Avrupa'da Fransa-İtalya ekseninin güçleneceğine dikkat çekerken, Berlusconi'yi 14 Nisan'daki seçim zaferinden sonra ilk kutlayan ve seçimden sonra İtalya'ya ilk resmi ziyarette bulunan kişinin de Sarkozy olduğunu hatırlatmakta fayda var.