Evrilmemiz niye kötüye doğru?
Hürriyet'te Dinçer Gökçe imzalı bir haber yer aldı dün. Haberin doğru olduğunu varsayarak öncelikle şunu söyleyelim. Haberin içeriği berbat, ama haber müthiş. Dinçer Gökçe'yi de bu haberinden dolayı kutlayalım.
Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne beş aylık sürede gelen ve yaşları 18'in altında olan 39'u Suriyeli 115 çocuğun hamile olduğu saptanmış.
Durumu fark edip savcılığa bildiren hastane görevlisinin yeri, "hiçbir iyilik cezasız kalmaz" prensibi işletilerek iki kez değiştirilmiş. İstanbul Valiliği, savcılığın soruşturma isteğini reddetmiş. Falan filan...
Hastanenin tutumu, Valiliğin izin vermemesi, bunlar ayrı konular. Sorunun özü başka.
18 yaşından küçük çocuklarla ilgili bilgilerin adli birimlere bildirilmesi gerektiğine ve bu yapılmadığı için sorun yaşandığına göre anlaşılan bu çocuklar evli değil. Çocuklar evli olsa zaten sorun yoktu.
Bu çocukların ne kadarı isteyerek ilişki yaşamıştır. Gerçi 18 yaşından küçük çocukların isteyerek ilişki yaşamış olmaları, erkeğin suçunu ortadan kaldırmaz ama yine de bir gönüllülük durumu olması önemlidir.
Hamile kalan bu çocuklar istekleri dışında ilişkiye zorlanmışlarsa ortada çok daha vahim bir durum vardır. Asıl can alıcı nokta burasıdır. Bir çocuğun isteği dışında ilişkiye zorlanmasının adı zaten başkadır. Kaldı ki hamilelik, cinsel istismarın ortaya çıkmasının bir göstergesidir. Ya hamileliğe uzanmayan istismarlar?
Bu arada acaba benzer durumlar başka hastanelerde de yaşanmaktadır da haberimiz mi yoktur?
***
Her gün bir kadını öldüren bir ülke... Her gün bir kadının katledilmesine engel olamayan bir devlet...
Bir takım densizler çıkıp diyebilir ki, "Ne yani öldürmemiş ya, hamile bırakmış"...
Bunu diyenlere bir çift söz olarak şunu söyleyelim: "Gözünüzü kapatın ve bir dakikalığına o çocuğun sizin kızınız ya da yeğeniniz olduğunu düşünün. Eğer yine 'Ne var bunda' diyorsanız, diyebiliyorsanız, sözümüz yok."
***
Çok fena halde kötüye doğru evriliyoruz. "Ah nerede o eski bayramlar" ya da "Nerede o eski komşuluk ilişkileri" diye nostalji yapmak değil amacımız. "Tonton bakkal amcayı" da özlüyor değiliz.
İnsanların birbirlerine karşı olan olumsuz tutumlarından, hoşgörüsüzlüğün adeta tavan yapmış olmasından, giderek tırmanan bencillikten söz ediyoruz.
Parayla her şeyi satın alabileceğini sanan, daha kötüsü alan insanlardan söz ediyoruz.
İşte 39'u Suriyeli 115 çocuk... Bunların bir kısmının köle gibi satıldığından kuşkunuz olmasın. Parayı bastıran, araba alır gibi çocuk satın alabiliyor galiba kendine.
Hani yolda yürürken, araç kullanırken, apartmanda yaşarken birbirine saygı duymamak bir yere kadar da, ya bu haberdeki durum!
Gerçi etkili ve yetkili yöneticilerimiz, taciz edilen erkek çocuklar için "Yalnızca bir kere yapılmış" dememişler miydi... Onlara da şunu söyleyelim:
"Bu çok sorun değilse izin verin sizin oğlunuza da 'bir kere' benzer şekilde davransınlar, ne olacak ki!"
Makam, itibar, güç; yetmiyor... İlle de para para!
İlk duyduğumda hayretler içinde kalmıştım. Şimdi düşünüyorum da, niye şaştıysam! Çünkü sonrasında neler gördük neler...
Yıllar önceydi. TBMM genel kurul salonu yenileniyordu. Eski düzen, hatırlanacaktır okul sırası gibiydi. Salonda eğim de yoktu.
Salon tümüyle yenilendi, koltuklar değişti. O zaman bir söylenti, bir iddia kulaktan kulağa yayıldı. Çok üst düzey bir siyasetçi, genel kurul salonunun yenilenmesine ilişkin ihaleden "pay almıştı". (Siz o pay sözcüğünün yerine daha uygun bir sözcük elbette bulabilirsiniz.)
İşte o zaman, siyasette adeta tepe noktaya gelmiş, toplumda çok saygı gören birinin neden paraya tamah edeceğine aklım ermemişti.
Köprünün altından çok sular aktı. Ankara'ya çeyrek yüzyıl belediye başkanlığı yapan bir isim için, dönemin başbakan yardımcısı "Başkenti parsel parsel sattı" dedi. Tabii ki kimse bunun doğru olabileceğine ihtimal vermedi! Öyle ya, Türkiye gibi bir ülkenin başkentine çeyrek yüzyıl başkanlık edeceksiniz, ama bu itibar, bu onur yetmeyecek ve gözünüz parada olacak; mümkün mü! Belli ki parti içi çekişmeydi, bir taraf diğer tarafı karalamak istemişti.
Sonra örneğin bazı bakanlar... Rüşvet aldıkları ileri sürüldü. Ama Meclis'te aklandılar da bu iddiaları ortaya atanlar susmak zorunda kaldı!
***
Para hırsı yalnızca bizim politikacılarımıza, bizim yöneticilerimize özgü değil. Dünyanın hemen her ülkesinde görebiliyoruz benzerlerini. Ama dikkat edin; buna yönelenlerde bir kere karakter zafiyeti var, ikincisi de bu tür olayların yaşandığı ülkeler genellikle geri kalmış ya da gelişme yolundaki ülkeler.
Adam bir kentin belediye başkanı olmuş, bir ülkenin bakanı, üst düzey bürokratı olmuş, gözü hala parada. Ne yapacaksa çok parayı!
Ölünceye kadar yetecek parası var. Zaten ciddi bir harcaması olduğu da söylenemez. Ulaşımı bedava, sağlık harcaması yok, devlet çok rahat geçinmesini sağlayacak kadar parayı zaten veriyor.
Çocuklarına çok para yerine onur bıraksa daha değerli olmaz mı?
Bir de derler ki "kefenin cebi yok". Birileri varmışçasına bir "gayret" içindeler ki sormayın gitsin.
Ayıptır, günahtır, yazıktır, hak yemektir, makama saygısızlıktır, sahtekarlıktır...
Bizim yazamadıklarımızı da ister bağıra bağıra, ister içinizden siz söyleyin!
Yapım sırasında yıkılan viyadükten kim sorumlu?
Bitince Osmangazi köprüsü adı verilen İzmit körfez geçişi köprüsü yapım aşamasındayken kedi yolu olarak bilinen halat koptu. Bu durumdan kendini sorumlu tutan 51 yaşındaki Japon mühendis Kishi Ryoichi, "Sorumlu benim" diye not bırakarak intihar etti. Japon mühendisin cesedi mezarlık girişinde boğazı ve bilekleri kesilmiş olarak bulundu. Tarih, 2015 yılının mart ayıydı.
Biz, Japonlar gibi intihar beklemiyoruz da, bir işte sorumluluğu olanların bunun ceremesini çekmesini istiyoruz. Bakın tam bir ay önce Türkiye'nin en büyük viyadüklü köprüsü olan ve yapımında son aşamaya gelinen Siirt'in Pervari ilçesindeki Beğendik Köprüsü'nün bir bölümü çöktü. İnşaatta 200 işçi çalışıyordu ama neyse ki çökme sırasında ölen ya da yaralanan olmadı.
410 metre uzunluğundaki asma köprünün yapımına 2013'te başlanmıştı, viyadük yüksekliği 150 metre olacaktı ve köprü bu yıl tamamlanacaktı.
Ama şimdi elde köprü yok, çöktü! Daha yapım aşamasındayken bir köprü niye çöker, kimdir bunun sorumlusu, yitip giden para bir yana yenisinin yapılması kaç yıl sürecek?
Tamam, kimse "Sorumluluk bende" diyerek intihar etmesin ama biri ya da birileri de çıksın ortaya ve sorumluluğu alsın. Sorumlu kimse çıkmayacaktır tabii ki. O zaman da sorumlular, bu çökmenin sorumlusunu ortaya çıkarmayanlar olacaktır.
Tolga o penaltı gol olmamalıydı
Bu köşede 22 Aralık'ta yazdık. Bir kaleci penaltı karşılarken kendini bir köşeye atma alışkanlığını terk ederse penaltıyı kurtarma olasılığı çok artar.
Kaleyi dikey olarak dörde bölünmüş gibi düşünelim. Penaltı atışlarının en az yarısı ortadaki iki bölüme yapılıyor. Bir kaleci de, şut çok sert değilse buralara gelen topları kolaylıkla kurtarır.
Son örneği Ziraat Türkiye Kupası'nda Osmanlıspor-Beşiktaş maçında önceki akşam gördük. Osmanlısporlu futbolcu, penaltıyı neredeyse kalenin tam ortasına ve direğin biraz altına doğru attı. Üstelik çok yavaş bir şuttu. Beşiktaş kalecisi Tolga Zengin, topa vurulmadan kendini bir köşeye atmasaydı, bu penaltı, futbol hayatında en kolay kurtardığı penaltı olurdu.
Kaleci kendini bir köşeye atmayabilir ve gol yiyebilir. Kendini atanlar da pek kurtaramıyor ya... Hem zaten penaltıda şaşırtıcı olan kalecinin gol yemesi değildir ki. Ama kaleci ortada kımıldamadan durup penaltı atanı strese sokabilir. Çünkü öyle yapınca kalesini boşaltmayacak ve rakibini topu iyice köşeye atmaya zorlayacaktır. İşte o zaman topun auta atılma olasılığı artacaktır.
"Penaltı nasıl kurtarılır" başlıklı yazımızı yeniden okuyabilirsiniz (22 Aralık)