Ergenekon soruşturmasının topluma yansıması
Geçtiğimiz hafta gelen dalgalarıyla birlikte, Ergenekon soruşturması bir başka sürece girmiş oldu. Bu süreç, soruşturmanın temelini oluşturan savların haklılığını kanıtlaması için delil bulunması aşaması. Çete kurup darbe yapmaya çalışmanın enstrümanı olarak silah gerekeceğine göre, başta Ankara olmak üzere yapılan kazılardan alınacak sonuç, buzdağının su altında kalan kısmını göstermek açısından önemli bir delil sağlayacak. Ne var ki yöntem konusunda hata yapılmakta. Gözaltına almaların metodolojisi, kanıt bulma çalışmalarının basına yansıtılış biçimi suyun daha fazla bulanmasına neden olmakta. Zira silahların bulunmasına neden olan kroki nedense birden ortaya çıkıverdi. Krokideki yer tanımlaması "Karayip Korsanları'nın hazine sandığının yeri konusundaki tanımlama becerilerinin" yanına bile yaklaşamadı. "Filanca yol üzerindeki üç ağacın arası" şeklinde bir kerterizle tanımlama yapılamayacağını bu ülkede yaşayan herhangi bir vatandaş bilir. Ağaç dediğiniz şey bizim ülkemizde bugün vardır, yarın yoktur. Bizim gömücüler hazinelerini ağaç ya da bina üzerinden tanımlayacak olurlarsa bir daha asla bulamayacaklarını çok iyi bilirler. Bulunan silahlar paslanmasınlar diye gazete kağıtlarına sarıldığından ne tarihte gömülmüş oldukları hemen anlaşılıverdi. Ben kendi adıma "neden anı kartı bırakmamışlar" diye düşünmek zorunda kaldım ki, savcılık eminim benden çok daha fazlasını aklından geçirmiştir.
Lafı getirmek istediğim nokta şu: Olan biten ne varsa büyük bir hassasiyetle üzerine gidilmeli ve ortaya çıkartılmalıdır. Ancak Ergenekon'u Susurluk'la ilişkilendiren bu son veriler, mantıklı bir senaryo ve ilişkilendirmeden çok, bir dezenformasyonun da paralel yürüdüğünü göstermekte. Oysa gözaltına alınmalar, sorgulamalar ve tutuklamalar gerçek. Soruşturmanın yürüme hızı yavaş, sistematiği eksik. Bütün bu sürecin toplum tarafından nasıl algılandığı gözden kaçırılan en önemli nokta.
Konunun bir de yabancı basın tarafından algılanışı var ki, nereye oturtacaklarını olasılıkla hiç bilemiyorlar. Bu en kötüsü, zira Ergenekon davası egemen "güçlerin iç hesaplaşması (rövanş arayışı)" şeklinde yaftalanıyor ki, Türkiye Cumhuriyeti muz cumhuriyeti mertebesine indirgeniyor. Kanıt yokken birilerini içeri almak zaten hatalı, ama kanıtı naklen yayınla aramak hatadan çok acemilik anlamına geliyor.
Biz son yirmi yılımız itibarıyla devlete karşı güven erozyonu yaşayan bir toplumuz. Ortaya çıkan bulgular bağlantısız bir çete yapısından çok, "derin devlet" içerisinden kaynaklandığı tahmin edilen bir örgüt üzerine odaklanmakta. Araştırma ise derinine değil, sathına doğru genişletilmekte. Medya yeterli bulgu ortaya çıkarılmadan işin içine katılmakta. Dibinden ne çıkacağı bilinmeyen kuyuların naklen yayınla kazılması güven erozyonunu artırmakta. Merkezdekiler durumu nasıl algılıyorlar kestiremiyorum ama, duyarlı toplumun tepkisi daha çok "sıra ne zaman bize gelecek" sorusuna kenetlenmekte. Duyarsız olanlar ise işi artık mizahi boyutundan algılamakta. Çok da haksız olduklarını söyleyemiyorum, "filanca binanın yanındaki üç ağacın arasında" şeklindeki bir kroki ile toprak altına kazılan silahlarla darbe yapılması pek olası değil, olsa olsa "satmak amacıyla çaldıkları" düşünülebilir. Ergenekon çetesi gerçekten varsa ve seçtikleri yöntem buysa, ya amaçları tamamen farklı, ya da çetecilik.
Milletin devletine olan güvenini kaybetmesinin ülkeye hiçbir katkısı olamaz. Bu davanın sonucu ne olursa olsun, iktidar ve muhalefetin savunması gereken değerlerle hiçbir çelişkisi bulunmamakta. Demokratik düzeni değiştirmeye yönelik çabaların savunulacak bir yanı yok. Beri yanda hukuk kurallarını hiçe saymanın, soruşturmayı "elbet çözülürler" beklentisiyle uzatmanın da hiç kimseye faydası yok. Devletlerin yaşamında, karşılaşılan sorunların çözülmesi kadar nasıl çözüldüğü de önem taşır. Düğümü keserek değil, çözerek aşmak bize yakışır.