Enflasyonla mücadelede iletişimden aksiyona…
Geçtiğimiz hafta kaleme aldığım yazıda “Halkın büyük bir bölümü enflasyonla mücadelede beklenti kanalını iletişimden ziyade aksiyonla karşılayacaktır” ifadesine yer vermiştim. Nitekim, TCMB’nin politika faizi artışında beklentinin de üzerine çıkarak gerçekleştirdiği aksiyon, ifademe önemli bir örnek oluşturdu.
Türkiye ekonomisi, dışa açıldığından bu yana kur-faiz sarmalı ve çoğu zamanda enflasyonla bir mücadele halinde olmuştur. Bu durumun en önemli nedeni olarak da enerji ve ithal bağımlılığı gösterilmiştir. Bunların bir sonucu olarak artan servet etkisiyle de altın talebi bu zorlu ikilinin üçlüsünü de yaratmıştır.
Buradan çıkan sonuç en basit haliyle gelirin arttığı ancak ağırlıklı olarak, verimlilikten uzak üretim ve (Türk lirasına olan güvenin sarsılması nedeniyle) reel getiri arayışının sonucunda giderek dağılımı bozulmuş bir servet pastasına sahip olunduğudur. Buraya kadar ki etmenleri, ekonomi okur yazarlığının oldukça arttığı gerçeğiyle, her okurumun bildiğini varsayarsam; asıl konu elbette ki çözüme odaklanmaktadır.
Aynı hükümetin seçim kazandığı bir ortamda ekonomi politikalarında 2018 yılından bu yana yürütülen çizgiden tam da 180 derecelik bir dönüş olduğu görülmekle birlikte, ben bu durumu 180 derece dönüş olarak yorumlamayanlardanım. Şöyle ki; günümüzde yüksek enflasyon ortamı küresel ekonomilerde uzunca bir süre uygulanan genişlemeci politikalardan çıkılmasını beraberinde getirdi. Ancak bir ekonomi programını salt para politikası ve para politikasını da salt politika faizi olarak görmek gelişmiş ülke ekonomileri için uygun iken, gelişmekte olan ülkelerde durum çok daha komplike bir hal almaktadır.
Bu nedenle bugüne kadar uygulanan ekonomi programlarını konjonktürel ve aslında sadece tek bir amaca yönelik yani sürdürülebilir büyümeyi önceleyen bir program olarak gördüm. Ancak ısrarla uygulanan politika sonucunda önü alınamayan enflasyonda düşüşü sağlamak, yabancı yatırımcı girişini yeniden hızlandırmak, güven ortamını yeniden inşa etmek ve de CDS primlerinin düşürülerek kredi musluklarının açılabilmesi için de acı reçete olarak görülen Ortodoks politikalara geçisin önceliklendirilmesi gerektiğini savunuyordum. Şimdiki kabinenin de bu görüşte olmasını son derece önemsiyorum.
Gelelim TCMB’nin son faiz kararına…
Kulisini sanırım ilk kez benim duyurduğum yeni PPK üyelerinin aldığı bu karar, ayrı bir öneme sahipti. Faiz artış hızı, “kademeli” vurgusu nedeniyle paydaşlar tarafından doğru tahmin edilemese de en azından PPK metninde belli kilit unsurlara vurgu yapılabileceği kanısı hakimdi.
Diğer taraftan hafta sonu alınan KKM’den (Kur Korumalı Mevduat) ilk çıkış kararı nedeniyle seçimden önceki yüzde 40 seviyelerinden yüzde 29’lara düşmüş TL mevduat faizinin yükselerek, tekrar politika faizi ile arasındaki makasın açılacağı tartışmaları yapılmaktaydı. Yine KKM’den öngörülen çıkışların dövize gitme riski doğmuştu ki; bu da döviz talebi üzerinden kur üzerine yukarı yönlü bir baskı yapmaktaydı…
Tüm bu konular ister istemez beklenen enflasyon ve kur seviyesi üzerinden politika faizi artışlarının bebek adımlarıyla ilerlediği eleştirilerine kapı açıyordu ki; KKM çıkış kararına paralel rekor denilebilecek oranda faiz artışı ile karşılaştık. Artış genel olarak hem dışarıda hem de içeride gayet olumlu karşılandı karşılanmasına ancak tartışmaların da sonu gelmiş değil.
Tartışmaların bir sonu olur mu bilinmez ama bildiğim bir şey var ki; eğer bir şeyler yapılmak isteniyorsa eli taşın altına koymak gerek. Öyle ne şiş yansın ne kebap mantığıyla yani risk almadan amaca ulaşıldığı pek görülmemiştir. Ulaşan varsa da şanslıdır. Ama ben hayatta pek öyle oturduğu yerden şansın kapımızı çalacağına inananlardan değilim. Hele hele ülkemizin içinde bulunduğu jeopolitik ve coğrafi riskler düşünüldüğünde şansla değil, ancak akıllıca ve çok çalışarak bu şansı elde edebileceğimiz gerçeği ortadadır.
Tartışmaları irdeleyecek olursam:
-İlki bu artışın Cumhurbaşkanına nasıl kabul ettirildiği ve devamı gelmeden inandırıcı olmadığı yönünde. Elbette ki bu görüşün arkasında Naci Ağbal ve Lütfü Elvan’ın görevden alınma sebeplerinin payının yüksek olduğunu da görüyorum. Ancak o olayın perde arkasını bir çoğumuzun net biçimde bilmemesi ve mevcut kabinenin de en başından itibaren Ortodoks para politikası yaklaşımı ile bilinen kişilerden oluşması nedeniyle bu görüşe katılmadığımı rahatlıkla ifade edebilirim.
-İkincisi reel kesimden gelen bir miktar serzeniş. Burada da kredi maliyetindeki artış ve kur üzerindeki aşağı yönlü baskı dile getirilmektedir. Bu konudaki yorumuma gelince bildiğiniz üzere uzunca bir süredir kredi muslukları kapalıydı ya da çok sınırlıydı. Ayrıca politika faizi çok düşük olmasına rağmen büyük bir çoğunluk için borçlanma maliyetleri oldukça yüksekti. Şimdi politika faizinin artması ile borçlanma maliyetleri neredeyse herkes için daha eşit seviyelere geldi.
Elbette şirketler için bu bir maliyet unsuru. Ancak bir sıfırdan büyüktür mantığıyla yaklaştığımızda ve özellikle ekonomik önceliklere göre selektif bir kredi politikası uygulandığında politika faiz artışlarının kredi kanalını tekrar açacağını düşünüyorum ve bu açıdan bakarak bu konuyu çok önemli görüyorum. Kur konusuna gelince zaten rekabetçi kurun ihracat için sürdürülebilir bir çözüm olmadığı görüşünü savunanlardanım ve bunu sıklıkla da dile getiriyorum.
Diğer taraftan kurun yükseliş riski, TC Merkez Bankasının şahin adımlarının ardından bir miktar baskılanmış olsa da halen devam etmekte. Dolayısıyla kurun enflasyona olan yoğun geçişkenliğini düşünerek, bu konuya daha da eğilmemiz gerektiği kanısındayım.
Özetle TCMB’nin bu defaki faiz kararı ve gerçekçi yaklaşımı hali hazırda en önemli sorun olan enflasyonun, çözüm beklentisine önemli bir katkı yaptı. Fikrimce yine aynı asli amaca yani sürdürülebilir büyümeye de katkı sağlayacaktır. Gidilecek yol, engebeli ve uzun görünmekle birlikte, politikalar kararlılıkla uygulanırsa sonunda da başarıya ulaşılacaktır.