Enflasyonla mücadelede dördüncü adım
Faizlerin yükselmesi borsa tarafında da çok sevilmez. Ancak bizdeki fiyatlamanın hem kur hem de borsa tarafında tersine bir durum ortaya çıkarttığını gördük.
Geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı ve kabine nezdindeki yoğun ABD trafiğine rağmen -deyim yerindeyse- tüm piyasa perşembe günkü PPK kararına kitlenmiş durumdaydı.
Faiz artışı olacağı konusunda neredeyse herkes hem fikirken, miktarı konusunda oldukça geniş bir tahmin aralığı mevcuttu. Sonuçta bazı anketlerin medyan beklentisine paralel 500 baz puanlık bir artış kararı verildi. Ancak kararın yine de her kesimi tam anlamıyla tatmin ettiği söyleyemeyiz.
Peki neden? Seçimlerden sonra (aslında muhalefet de iktidara gelmiş olsa gerçekleştirmeyi vaat ettiği türden) geleneksel para politikalarına geçildiğini biliyoruz.
Hatta yeni yönetim TCMB başkanı Sn. Erkan’dan tutun da PPK kadrosuna kadar son derece profesyonel ve geleneksel para politikalarını savunan ve hatta bu alanda Fed gibi bir kurumda görev yapmış kişilerden oluşturuldu.
Ancak yine de dört kararın üçünde de (geçtiğimiz ay alınan sürpriz 750 baz puanlık artış hariç) yapılan artışın miktarına ilişkin bazı eleştiriler yapıldı.
Bu eleştirileri ve eleştirilerin dayanağını irdeleyecek olursam; En yoğun eleştiri: Enflasyonla politika faizi arasındaki makasın halen çok yüksek olduğu konusu…
İlk karardan bu yana yüzde 21,5 düzeyinde bir artışla yüzde 30’a getirilen politika faizine karşılık, Ağustos ayı enflasyonu aylık yüzde 9,09 yıllık olarak ise yüzde 58,94’e gelmiş durumda.
Bu durumda mevcut enflasyonun oldukça gerisinde yüzde 28,94’lük bir negatif faiz farkı olduğunu görüyoruz. Ancak elbette ki enflasyon hedeflemesinde hesaplar buna göre yapılmıyor.
Politika faiz artışı gelecek yıl beklenen enflasyona göre bir yere taşınmaya çalışılıyor ki; beklentiler de buna göre şekillensin. Bakıldığında OVP’de 2024 yıl sonu enflasyon hedefi ise yüzde 33 yani bu durumda Eylül ayında yüzde 30’a gelen politika faizi gayet makul karşılanmış olmalı idi.
Makul kısmını ölçmek adına piyasa fiyatlamalarına bakacak olduğumda ise, ayın 21’indeki karardan sonra oluşan borsa ve kur fiyatlarını değerlendirmek doğru olacaktır. Normal şartlarda yapılan politika faiz artışları kur üzerinde aşağı yönlü bir baskı yaratır.
Ayrıca faizlerin yükselmesi hem firmaların yabancı kaynak maliyetini artırması hem de mevduat faizinin yükselerek, bir alternatif oluşturması gibi nedenlerde borsa tarafında da çok sevilmez. Ancak bizdeki fiyatlamanın hem kur hem de borsa tarafında tersine bir durum ortaya çıkarttığını gördük. Öyleyse TCMB’nin hamlelerinin yeterli miktarda olmadığı söylenebilir mi?
Uzun zamandır küresel merkez bankalarının sıkılaşma hamlesi içinde olduğu bir ortamda ki; onlarca kez yapılmış agresif faiz artışları dikkate alındığında halen yüzde 2’lik hedefe ulaşmaktan uzak oldukları görüyoruz.
Döviz kurlarına bakıldığında ise Fed, pozitif reel faiz vermeye devam ettiği sürece diğer ülke paralarının rezerv para doların altında baskılanmaya devam edeceği de bir gerçektir.
Küresel borsalar son iki yıldır bizim borsamız gibi rekorlar kırmasa da özellikle ABD’deki teknoloji hisselerinin öncülüğünde Jerome Powell’ın her şahin konuşmasına inat yine de çıtayı belli bir yerde tutmayı başarıyor…
Küresel arenaya da baktığımızda merkez bankacılığının kolay bir iş olmadığını görüyoruz ki; ülkemizde çok daha zor olduğunu söylenebilirim… Çünkü Türkiye’nin kendine has bir takım özellikleri var ve bu özellikler merkez bankacılığını daha da zor bir hale getiriyor.
Bu defa da bu konuyu biraz irdeleyecek olursam; öncelikli olarak Türkiye’de ithal bağımlılığından ötürü yüksek bir kur kırılganlığı ve de dolarizasyon var.
Bir önceki ekonomi yönetimince döviz kurunun görece kontrollü götürüldüğü hesaba katıldığında, Haziran ayından bu yana kurda görülen artış enflasyon üzerinde yüksek geçişkenli olduğundan ilave bir yük oluşturdu.
Yine TCMB başkanı Erkan’ın “kucağımda hediyesini buldum” tanımlamasını yaptığı ağırlıklı olarak banka bilançoları üzerinden işletilen makro ve mikro ihtiyati tedbirler mevcut.
KKM ürünü ve üzerindeki dolarizasyon birikimi bu tedbirlere en bariz örneği oluşturmakta. Bir diğer yönü ise banka aktiflerindeki düşük faizli kamu kağıtları…
Tüm bu düzenlemelerin varlığı oluşturdukları riskler nedeniyle 1000 baz puanlarla ifade edilen çok yüksek artışların bir anda yapılmasını imkansız kıldı. O nedenle gidilecek yol tam da ekonomi yönetiminin ifade ettiği gibi uzun gözüküyor.
Üstüne üstlük bir de beklenti yönetimi var ki; onun da önceki hükümetin ekonomi yönetimi ve TCMB başkanları değişiklikleri nedeniyle etkisinin azaldığı kritiği yapılıyor. Buna kısmen katılmakla beraber, Cumhurbaşkanının bu defa ekonomi kabinesine olan güvenini doğrudan yansıtmış olması nedeniyle artık bu algının kırılması gerektiği ve olgulara göre gidilmesini savunmaktayım.
Ayrıca şunu da unutmamak gerekiyor ki; para politikalarının sonuçları ortalama 9 ay gibi bir süreçte alınmaya başlanır. Ancak bu 60 yaş üstü ve sadece emekli maaşı ile geçinen ya da iş hayatına yeni başlamış ve büyükşehirlerde kiralık evde ikamet etmek durumunda olan hatta yoğun dış kaynak gereksinimi olan ve giderek artan enflasyonun etkisiyle oluşan maliyetleri yüksek faizli krediyle döndürmeye çalışan kesimlerin acil ihtiyaçlarına merhem olamıyor. Dolayısıyla dezavantajlı kesimlerin belki de para politikasının etkinlik süresini beklemeye mecali kalmamıştır…
Özetle genel konsensüs doğru yolda olunduğunu konusunda hem fikir olsa da daha yüksek kurun daha yüksek faizi öne çıkardığı şu zorlu günlerde sadece para politikasıyla başarıya ulaşılması uzunca bir zaman gerektiriyor. Tam da bu sebeple hem maliye politikası hem de sosyal devlet anlayışıyla oluşturulacak acil ve eşgüdümlü politikalara ihtiyacımız olduğu ve bu yönde hızlı ve emin adımlar atılmasının beklendiği gerçeği atlanmamalıdır.