Enflasyon rekabet gücü kaybı demek
2002-05 döneminde ‘örtük enflasyon hedeflemesi’ rejimi uygulandı. 2006 yılında Türkiye ‘açık enflasyon hedeflemesi’ rejimine geçti. Her iki rejim de özü itibariyle aynı. Buna karşılık başarı performansları çok farklı. İlk dönemde enflasyon baş aşağı bir eğilim izledi ve her defasında gerçekleşen yıl sonu enflasyonu hedefin altında kaldı. Enflasyon sürekli olarak azaldığı için o 2002-2005 döneminin yıl sonu enflasyonlarına bakmak anlamlı oluyor; zira bugünkü enflasyon dünkünden, yarınki de bugünden düşük oluyor. 2001 sonunda tüketici enflasyonu yüzde 68.6 düzeyindeydi. 2005 sonuna gelindiğinde ise yüzde 7.7’ye düşmüştü (yıllık ortalama enflasyon ise aynı dönemde yüzde 53.5’ten yüzde 8.2’ye inmişti).
Oysa 2006-13 döneminde enflasyon aşağıya doğru bir eğilim izlemedi; bir ortalama etrafında bir yukarıya bir aşağıya salındı durdu. Bu nedenle bu dönemin enflasyonunu incelerken yıllık ortalama enflasyonlara bakmak gerekiyor. Bu değerler tabloda yer alıyorlar. Dikkat ederseniz, 2010-13 döneminin ortalama enflasyonu, 2006-13 döneminin ortalamasından farklı değil. Ayrıca her yıl gerçekleşen ortalama (ya da yıl sonu) enflasyonu hedeflenen değerlerin genellikle oldukça üzerinde kaldı. Bir diğer vurgulanması gereken nokta ise, 2005’te gerçekleşen ortalama ya da yıl sonu enflasyonunun 2006’dan bu yana gerçekleşen ortalamanın altında olması. Kısacası, enflasyonla mücadelede 2006’dan bu yana ne yazık ki başarılı değiliz.
Eski yüksek enflasyonlu dönemlerde, mesela 1990’lı yıllarda, enflasyonla mücadelenin önemi çok daha belirgindi. Oysa yüzde 8’e yakın bir düzeyde seyreden enflasyon o kadar garip karşılanmayabiliyor ve dolayısıyla siyasilerde yeterince mücadele etme azmi oluşmuyor. Mesela başları sıkıştıkça kamu gelirlerini artırmak için yüklü miktarda kamunun ürettiği mal ve hizmetlere zam yapabiliyor ve sık sık ‘bir defalık’ vergi artışlarına gidebiliyorlar.
Ancak maliye politikası sıkı olduğu sürece siyasilerin enflasyona etkileri sınırlı. Maliye politikası bu dönemde oldukça disiplinliydi. Dolayısıyla, enflasyon açısından ortaya çıkan bu olumsuz tabloda asıl sorumlu, yasasıyla kendisine ana amaç olarak enflasyonla mücadele etme görevi verilmiş olan Merkez Bankası. Merkez Bankası özellikle 2010 sonlarından bu yana değişik bir para politikası izlemeye başladı. Enflasyonun yanı sıra, kredi artış oranının ve liranın (reel olarak) değerlenmesini sınırlamayı amaçladı. Kredi artış oranının aşırı yükselmesi ve liranın değerlenmesi açık ki cari açığı artırıcı gelişmeler. Bu politika değişikliğinde, cari işlemler açığının çok yükselmesinin yanı sıra, yüzde 8 civarında dolaşan enflasyona toplumca fazla bir tepki verilmemesi de etkili oldu. 2010 sonrasında cari açığın en düşük olduğu düzey 2012’de (milli gelirin yüzde 6.2’si). 2013’te ise bu oran yüzde 8’e yaklaşacak. Kredi artış oranı ise şimdi telaffuz edilmeyen ama bir ara yüzde 15 olarak ilan edilen üst sınıra sadece kısa bir süre yaklaştı; çoğunlukla çok daha yukarıda syretti. Enflasyondaki durum ise yukarıda belirttiğim gibi.
“Ne var bunda, idare edip gidiyoruz” demeyin. Bu politika bizi kısır bir sarmala sürüklüyor. Enflasyon yükseldikçe, döviz kuru yeteri kadar artmıyorsa (dış kaynak girişi yüksekse) paramız reel olarak değerleniyor. Merkez Bankası bu sefer bu değerlenmeyi önlemeye ağırlık verip, döviz kurunu yukarıya ittirmeye çalışıyor. Kur artışıyla bir süre sonra maliyetler yükseliyor ve enflasyon artıyor. Sonra sil baştan…
Bir süre önce ABD Merkez Bankası, uygulamakta olduğu para politikasından 15 ülkenin nasıl etkileneceğini inceleyen bir rapor yayınladı. Raporda ülkeler altı gösterge açısından, en kırılgandan en az kırılgana doğru sıralanıyorlardı. Türkiye en kırılgan ülke olarak belirleniyordu. Bu göstergelerden biri de enflasyondu. Yüksek enflasyon açısından Türkiye ikinci sırada. Enflasyonumuz, 2012’de bu ülkelerin ortalama enflasyonunun iki katını aşıyor, 2013’te ise iki katına yakın. Kısacası, ürettiğimiz malların maliyeti bu ülkelere kıyasla oldukça fazla. Bu da ihracat açısından açık ki hiç iyi değil.