Endüstri ilişkileri eşiği aşabilecek mi?
ANKARA'DAN / Taylan Erten [email protected] İster "çalışma yaşamı", ister "endüstri ilişkileri"... Kavramlar zaman içinde farklılaşsa da ana eksen "işveren-işçi ilişkileri"dir. Yani, sermaye ile emek, kâr ile ücret, patron ile emekçi ya da çalışan arasında hak ve yükümlülüklerin, "yaşam hakkının" adil paylaşımı meseleleri... Sendikal örgütlenme ve toplu iş sözleşmesi düzeni hiç yoksa yahut var da "yaşam hakkının" paylaşımında adalet ölçüsü "sermaye yoğun" tarafa doğru kaydırılmış, yasalarla pekiştirilmiş; açıkçası, hakların kullanımı "kanun dairesinde" kısıtlanmışsa, sermaye ile emek arasındaki "çağdaş dengeyi" kurmak kolay olmuyor. HAK-İŞ Konfederasyonu Genel Başkanı Salim Uslu'nun belirttiği gibi 27 yıldır kısmi değişiklikler dışında hâlâ yerinde sayan iki temel kanun: 2821 sayılı Sendikalar Kanunu ile 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu değişiklikleri bir kere daha gündemde. 12 Eylül askeri rejiminin "sağdan bir kol boyunda hizaya" çekerek "esas duruşa" geçirdiği sendikal örgütlenme ve toplu iş sözleşmesi düzeni bu kez "emeğin gerçek özgürleşmesi" istikametinde etkili bir revizyondan geçirilebilecek mi? 60'ıncı hükümet-işveren-işçi üçlüsünün bugünkü gündemindeki soru, bu... Orta sahada top çevirmek... Bir tarafta sermayesi "özgür" serbest piyasa ekonomisi... Bir tarafta sendikal hak ve özgürlükleri kayıt dışına, kâra, rekabet gücüne, asgari ücrete "perçinlenmiş" emek... Diğer tarafta, Avrupa Birliği'nin, Uluslararası Çalışma Örgütü'nün, ezcümle "özgür sermaye-özgür emek" denklemi. Ve bu çok bileşenli, çok sorunlu denklemi "iki arada bir derede" çözmeye çalışan bir Türkiye çalışma âlemi... Alemin aktörleri belli: Hükümet-işveren-işçi üçlüsü. 25 Ekim 2007'den beri bu üçlü, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın öncülüğünde denklemi çözmenin yollarını aramaya başlıyor. Önce üç işçi konfederasyonu kendi aralarında "uzlaşacak"; sonra üç işçi ve bir işveren konfederasyonu kendi aralarında "uzlaşacak", ardından hükümet-işveren-işçi konfederasyonları kesin uzlaşmaya varacak. TİSK'e göre bu, hayli dolambaçlı yöntemin verdiği sonuç, her iki kanun taslağı üzerinde bir genel uzlaşma. Ama, DİSK'in ve HAK-İŞ'in DÜNYA Mikro Politika'ya yansıttığımız değerlendirmelerinden aynı sonuç çıkmıyor. DİSK'e göre, hükümetler sendikal mevzuatta değişikliğin sosyal taraflar arasındaki uzlaşmaya dayandırılması görüşünün arkasına sığınarak etkin girişimlerden kaçınıyor. DİSK önemli bir şeyi daha vurguluyor: Hükümet, "önce, işçi konfederasyonlarının kendi aralarındaki görüş farklılıklarının giderilmesi, daha sonra işveren kesimiyle uzlaşılmasına dayalı bu sürecin yürümeyeceğini gördüğü halde, uluslararası sözleşmelere uygunluk doğrultusunda bir seçim yapmaya yanaşmıyor." HAK-İŞ de pek farklı düşünmüyor. "27 yıl bekledikten sonra" bugün "uzlaşmaya varıldığı" söylenen değişiklikler sendikalaşmanın önünü açmıyorsa, sendikalı-sendikasız işyerleri arasında haksız rekabeti sendikalaşmayı yaygınlaştırarak önlemiyorsa, toplusözleşme hakkının kullanımını kolaylaştırmıyorsa, "taraflar orta sahada top çevirerek maçı bitirmeye çalışıyor" demekten başka söylenecek ne kalır?