Ekonomik gelişme, sosyal gelişme ve sonrası

Tamer MÜFTÜOĞLU
Tamer MÜFTÜOĞLU KOBİ'LERDEN GİRİŞİMCİLİĞE

12 Mart 1971 Askeri Darbesi’nin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, darbenin gerekçesi olarak şöyle bir değerlendirme yapmıştı: “Türkiye’de sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi geçti.” 

Bu değerlendirmeye uygun olarak da, 1961 Anayasası’ndaki özgürlüklerin budanması yoluna gidildi. O dönemdeki budama yetmeyince, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ile özgürlüklerin budanmasına devam edildi. 

Bilindiği üzere bir ülkenin ekonomik gelişmesi genellikle milli gelirin (gayri safi milli hasıla, GSMH) büyüklüğü ile ölçülüyor. Belirli bir takvim zamanı aralığında, genellikle bir yılda, toplumda gerçekleşen yatırım, tüketim ve kamu harcamalarının toplamı GSMH’yı oluşturuyor. Toplumun refah seviyesinin ifadesinde kişi başına düşen GSMH daha doğru bir ölçü olarak kabul ediliyor. Sosyal gelişme ise, en basit anlatımıyla, toplumu oluşturan insanların iyi yaşayacakları, mutlu olacakları ortamın sağlanması anlamına geliyor. 

Örneğin sosyal gelişmede kişi başına düşen milli gelir yanında milli gelirin dağılımı da önem kazanıyor. Milli gelirin daha eşitlikçi bir dağılım göstermesi sosyal gelişme açısından olumlu olarak değerlendirilir. Yine sanat, kültür, spor, kadın hakları, çevre ile sağlık ve eğitim başta olmak üzere kamusal hizmetler de sosyal gelişmede dikkate alınıyor. Bilgi toplumunun dominant paradigmaları olarak kabul edilen özgürlükler, demokrasi, hukukun üstünlüğü, şeff afl ık ve hesap verilebilirlik gibi kriterler de toplumun sosyal gelişmişlik düzeyinin belirlenmesinde büyük önem taşıyor. 

Artık bugün kesin olarak şu gerçeği biliyoruz: Ekonomik gelişme sosyal gelişmeden bağımsız değildir. Sağlıklı bir ekonomik gelişme ancak fikir özgürlüğünün, vicdan özgürlüğünün ve girişim özgürlüğünün sağlandığı bir ortamda gelişir, nema bulur. Fikir özgürlüğü sanayi toplumunda bir insanlık ideali olarak ön plana çıkarken, bilgi toplumunda ekonomik gelişmenin olmazsa olmaz şartı durumuna geldi. Artık günümüzde yüksek katma değerli inovasyonların kaynağını fikir özgürlüğü oluşturuyor. Küresel rekabet ortamında etkin bir hukuk sisteminin varlığı yatırımların ve ticaretin başta gelen güvencesi olarak kabul ediliyor. Ülkemizde de Başbakan Yardımcısı Ali Babacan bu gerçeği sık sık dile getiriyor. Geçen hafta Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın “Özgün Yönetim Uygulamaları 2014 Zirvesi”nde yaptığı konuşmada “hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir Türkiye arzu ettiklerini” kaydederek şöyle sesleniyordu: “Hukuk hem demokrasimiz hem ekonomimiz için önemli. Eğer hukuk devleti değilseniz, demokrasi bir süre sonra kaos ya da totaliter anlayış getirebilir. Kanunlarda gri alanların olmaması, kanunların sık sık değişmemesi, yargının hızlı çalışması, tutarlı olması... Bunları sağlamadan gelişmiş bir ekonomi olmamız hayal.” (Dünya Gazetesi, 21/4/2014). En üst makamlarında bu şekilde değerlendirilen hukuk sisteminin ülkemizdeki mevcut durumu maalesef tatmin edici olmaktan epey uzak. Dünya Adalet Projesi’nin (The World Justice Project) 2014 Küresel Hukukun Üstünlüğü Endeksi genel sıralamasında 99 ülke içinde 59. sırada. Türkiye, hükümetin Hesap Verebilirliği’nde 72. ve Temel Haklar boyutlarında ise küresel sıralamada 78. sırada kalmasına neden olan düşük puanların başlıca nedeni olarak ifade özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalar ve özel hayata müdahale gösterildi. Sonuçta, Danimarka ve Norveç’in 0.88 puanla zirveyi paylaştığı Küresel Endekste, Türkiye 0.50 puanla 99 ülke içinde ancak 59. sırada yer alabildi. Bu konumu ile Türkiye AB ülkelerinin çok gerisinde kalıyor. Türkiye’nin özellikle hükümet müdahalelerinin sınırlandırılması, şeffaflık ve temel haklar alanındaki notlarının düşük olması dikkat çekici. Son AB Raporlarında da Türkiye en çok bu alanlarda eleştirildi. 

Sonuç olarak, kanaatimizce Türkiye Cumhuriyeti’nin gerek hukuk yaşamında, gerek demokrasi ve özgürlükler alanında, kısaca sosyal gelişmesinde AB (Avrupa Birliği) uyum yasaları önemli katkılar sağlamıştır. Hakikaten her ülkenin karşılıklı çıkarlara dayanan tarihi süreç içinde oluşturduğu doğal partnerleri veya çıkar bölgesi vardır. Türkiye için bu bölge siyasal, ekonomik, kültürel, demokrasi, insan hakları gibi konular açısından Avrupa’dır. Avrupa da esas itibariyle AB demektir. Avrupa son yıllarda ekonomik açıdan durağanlaşmıştır. Yaşlı nüfusu, görmüş geçirmişliği ve özsaygısı ile bütünleşmiş hümanizmasıyla önceliklerini ekonomiden başka alanlara kaydırmaktadır. Bunlar insan hakları, özgürlükler, hukuk devleti, demokrasi, çoğulculuk, şeff aflık, hesap verebilirlik gibi çağımız bilgi toplumunun dominant paradigmaları, temel değerleridir. Maalesef son yıllarda ülkemizde AB’ne ilişkin değerlendirme olumsuz bir gelişme sergilemektedir. Bu yılın TÜİK tarafından yayınlanan “İl Düzeyinde Yaşam Memnuniyeti Anketi” nde Türk kamuoyunun ülkemizin AB üyeliğine bakışı konusunda ilginç sonuçlar ortaya çıkmıştır. Türkiye, 2013 yılında AB üyeliği için yapılan bir ankette, nüfusun yüzde 46,5’u evet derken yüzde 27.2’si hayır demektedir. Kararsızların oranı ise yüzde 26.3 olarak verilmektedir. Bu değerlerin 2004 yılında yüzde 71 evet, yüzde 13 hayır ve yüzde 16 kararsızlar olduğu göz önüne alınırsa, geldiğimiz noktanın çok dikkatli bir şekilde değerlendirilmesi gerekmektedir. Halkımızın bu değerlendirmesinde, 1963 yılı Ankara Anlaşması ile başlayan 51 yıllık AB yolculuğumuzun hâlâ tamamlanamamasının büyük etkisi vardır. Fakat her şeye rağmen bu sürecin değerlendirilmesi, tekrar 2004 Anket sonuçlarının hayata geçirilmesi hem bizim ve hem de AB ülkelerinin geleceği açısından büyük önem taşımaktadır. Konu ABD’nin Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TPIP) ve Transpasifik Ortaklığı (TPP) Projeleri ile ekonomik açıdan çok büyük önem taşıyan bir aşamaya doğru ilerlemektedir. Dolayısıyla AB üyeliği konusunda elimizden gelen gayreti sonuna kadar göstermek zorundayız. Zira AB üyeliğimiz, hem çocuklarımıza ve torunlarımıza ödememiz gereken borcumuzdur ve hem de onlara bırakabileceğimiz en değerli mirasımız olacaktır.

12 Mart 1971 Askeri Darbesi’nin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, darbenin gerekçesi olarak şöyle bir değerlendirme yapmıştı: “Türkiye’de sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi geçti.” 

Bu değerlendirmeye uygun olarak da, 1961 Anayasası’ndaki özgürlüklerin budanması yoluna gidildi. O dönemdeki budama yetmeyince, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ile özgürlüklerin budanmasına devam edildi. 

Bilindiği üzere bir ülkenin ekonomik gelişmesi genellikle milli gelirin (gayri safi milli hasıla, GSMH) büyüklüğü ile ölçülüyor. Belirli bir takvim zamanı aralığında, genellikle bir yılda, toplumda gerçekleşen yatırım, tüketim ve kamu harcamalarının toplamı GSMH’yı oluşturuyor. Toplumun refah seviyesinin ifadesinde kişi başına düşen GSMH daha doğru bir ölçü olarak kabul ediliyor. Sosyal gelişme ise, en basit anlatımıyla, toplumu oluşturan insanların iyi yaşayacakları, mutlu olacakları ortamın sağlanması anlamına geliyor. 

Örneğin sosyal gelişmede kişi başına düşen milli gelir yanında milli gelirin dağılımı da önem kazanıyor. Milli gelirin daha eşitlikçi bir dağılım göstermesi sosyal gelişme açısından olumlu olarak değerlendirilir. Yine sanat, kültür, spor, kadın hakları, çevre ile sağlık ve eğitim başta olmak üzere kamusal hizmetler de sosyal gelişmede dikkate alınıyor. Bilgi toplumunun dominant paradigmaları olarak kabul edilen özgürlükler, demokrasi, hukukun üstünlüğü, şeff afl ık ve hesap verilebilirlik gibi kriterler de toplumun sosyal gelişmişlik düzeyinin belirlenmesinde büyük önem taşıyor. 

Artık bugün kesin olarak şu gerçeği biliyoruz: Ekonomik gelişme sosyal gelişmeden bağımsız değildir. Sağlıklı bir ekonomik gelişme ancak fikir özgürlüğünün, vicdan özgürlüğünün ve girişim özgürlüğünün sağlandığı bir ortamda gelişir, nema bulur. Fikir özgürlüğü sanayi toplumunda bir insanlık ideali olarak ön plana çıkarken, bilgi toplumunda ekonomik gelişmenin olmazsa olmaz şartı durumuna geldi. Artık günümüzde yüksek katma değerli inovasyonların kaynağını fikir özgürlüğü oluşturuyor. Küresel rekabet ortamında etkin bir hukuk sisteminin varlığı yatırımların ve ticaretin başta gelen güvencesi olarak kabul ediliyor. Ülkemizde de Başbakan Yardımcısı Ali Babacan bu gerçeği sık sık dile getiriyor. Geçen hafta Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın “Özgün Yönetim Uygulamaları 2014 Zirvesi”nde yaptığı konuşmada “hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir Türkiye arzu ettiklerini” kaydederek şöyle sesleniyordu: “Hukuk hem demokrasimiz hem ekonomimiz için önemli. Eğer hukuk devleti değilseniz, demokrasi bir süre sonra kaos ya da totaliter anlayış getirebilir. Kanunlarda gri alanların olmaması, kanunların sık sık değişmemesi, yargının hızlı çalışması, tutarlı olması... Bunları sağlamadan gelişmiş bir ekonomi olmamız hayal.” (Dünya Gazetesi, 21/4/2014). En üst makamlarında bu şekilde değerlendirilen hukuk sisteminin ülkemizdeki mevcut durumu maalesef tatmin edici olmaktan epey uzak. Dünya Adalet Projesi’nin (The World Justice Project) 2014 Küresel Hukukun Üstünlüğü Endeksi genel sıralamasında 99 ülke içinde 59. sırada. Türkiye, hükümetin Hesap Verebilirliği’nde 72. ve Temel Haklar boyutlarında ise küresel sıralamada 78. sırada kalmasına neden olan düşük puanların başlıca nedeni olarak ifade özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalar ve özel hayata müdahale gösterildi. Sonuçta, Danimarka ve Norveç’in 0.88 puanla zirveyi paylaştığı Küresel Endekste, Türkiye 0.50 puanla 99 ülke içinde ancak 59. sırada yer alabildi. Bu konumu ile Türkiye AB ülkelerinin çok gerisinde kalıyor. Türkiye’nin özellikle hükümet müdahalelerinin sınırlandırılması, şeffaflık ve temel haklar alanındaki notlarının düşük olması dikkat çekici. Son AB Raporlarında da Türkiye en çok bu alanlarda eleştirildi. 

Sonuç olarak, kanaatimizce Türkiye Cumhuriyeti’nin gerek hukuk yaşamında, gerek demokrasi ve özgürlükler alanında, kısaca sosyal gelişmesinde AB (Avrupa Birliği) uyum yasaları önemli katkılar sağlamıştır. Hakikaten her ülkenin karşılıklı çıkarlara dayanan tarihi süreç içinde oluşturduğu doğal partnerleri veya çıkar bölgesi vardır. Türkiye için bu bölge siyasal, ekonomik, kültürel, demokrasi, insan hakları gibi konular açısından Avrupa’dır. Avrupa da esas itibariyle AB demektir. Avrupa son yıllarda ekonomik açıdan durağanlaşmıştır. Yaşlı nüfusu, görmüş geçirmişliği ve özsaygısı ile bütünleşmiş hümanizmasıyla önceliklerini ekonomiden başka alanlara kaydırmaktadır. Bunlar insan hakları, özgürlükler, hukuk devleti, demokrasi, çoğulculuk, şeff aflık, hesap verebilirlik gibi çağımız bilgi toplumunun dominant paradigmaları, temel değerleridir. Maalesef son yıllarda ülkemizde AB’ne ilişkin değerlendirme olumsuz bir gelişme sergilemektedir. Bu yılın TÜİK tarafından yayınlanan “İl Düzeyinde Yaşam Memnuniyeti Anketi” nde Türk kamuoyunun ülkemizin AB üyeliğine bakışı konusunda ilginç sonuçlar ortaya çıkmıştır. Türkiye, 2013 yılında AB üyeliği için yapılan bir ankette, nüfusun yüzde 46,5’u evet derken yüzde 27.2’si hayır demektedir. Kararsızların oranı ise yüzde 26.3 olarak verilmektedir. Bu değerlerin 2004 yılında yüzde 71 evet, yüzde 13 hayır ve yüzde 16 kararsızlar olduğu göz önüne alınırsa, geldiğimiz noktanın çok dikkatli bir şekilde değerlendirilmesi gerekmektedir. Halkımızın bu değerlendirmesinde, 1963 yılı Ankara Anlaşması ile başlayan 51 yıllık AB yolculuğumuzun hâlâ tamamlanamamasının büyük etkisi vardır. Fakat her şeye rağmen bu sürecin değerlendirilmesi, tekrar 2004 Anket sonuçlarının hayata geçirilmesi hem bizim ve hem de AB ülkelerinin geleceği açısından büyük önem taşımaktadır. Konu ABD’nin Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TPIP) ve Transpasifik Ortaklığı (TPP) Projeleri ile ekonomik açıdan çok büyük önem taşıyan bir aşamaya doğru ilerlemektedir. Dolayısıyla AB üyeliği konusunda elimizden gelen gayreti sonuna kadar göstermek zorundayız. Zira AB üyeliğimiz, hem çocuklarımıza ve torunlarımıza ödememiz gereken borcumuzdur ve hem de onlara bırakabileceğimiz en değerli mirasımız olacaktır.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Bir deneme 09 Kasım 2018
Geleceğin tarihini yazmak 01 Aralık 2017
Bayramlaşma köprüsü 23 Haziran 2017