Ekonomik büyümede iyimser olunabilir mi?
Geçen haftaki yazımda (“Enflasyonla mücadele versus ekonomik büyüme”) önce enflasyonda gidişata ardından da ekonomik büyümeye dair öngörülerimi paylaşmıştım.
Yakın meslektaşlarım, sağ olsunlar, bu öngörülerle ilgili görüşlerini ilettiler. Enflasyonun gidişatı konusunda tam bir mutabakat var. Kısaca hatırlatırsam, ilk yarıda yıllık enflasyonun yüzde 30 civarına geleceği ikinci yarıda ise düşmeye davam etse de bu düşüşün oldukça yavaş ve zahmetli bu nedenle de sorunlu olması bekleniyor. Ekonomik büyümeyi ise 2025’te yüzde 2 civarında olmasını beklediğimi yazmıştım.
Bu arada Bahçeşehir Üniversitesi’nden meslektaşım ve DÜNYA Gazetesi’nin yazarı İbrahim Ünalmış’ın cuma günü yayınlanan yazısında (“2025 yılında milli gelir ne kadar büyür?”) bu tahminini desteklediğini ilgiyle okudum. İbrahim TCMB’nin çıktı açığı tahmininden yola çıkarak yüzde 4-5 arasından değişen potansiyel büyüme varsayımları altında 2025’te ekonomik büyümenin yüzde 2 civarında kalacağını hesaplıyor. Mevcut koşullarda ekonominin içsel dinamiklerinin götüreceği yer burası.
İyimser senaryo
Bu kuşkusuz kötümser bir beklenti; Türkiye ekonomisinin potansiyel büyümesinin çok altında bir oran. Kaçınılmaz olumsuz sonuçlarını tekrarlamama gerek yok. Sabancı Üniversitesi’nden bir meslektaşım ve yakın dostum, bu kötümser bakış ile ilgili olarak yarı şaka yarı ciddi “Hocam daha ilk yazıda içimizi karartın” diye yazdı.
Ben de “merak etme geçmişte yanıldığım çok oldu, enseyi karartma” diye yanıtladım. Mizah bir yana aslında ekonomik büyüme cephesinde iyimser bir senaryo da yazılabilir. Bana göre bunun koşulu siyasette ve buna bağlı olarak dış ilişkilerde köklü bir yön hatta paradigma değişimin gerçekleşmesi.
Türkiye ekonomisi gelişmişlik düzeyi yüksek, sağlam ve istikrarlı kurumlara sahip demokratik ülkelerin ekonomilerinin aksine salt iç dinamiklerle hareket eden bir ekonomi değil. Geçmişte pek çok dönemde iç ve dış siyasal “şoklar” (iktisatçılar bu deyimi kullanır) Türkiye ekonomisinde olumlu ama çoğunlukla olumsuz gelişmelere neden olmuştur. Olumsuz örnekleri hatırlatıp içinizi karartmak istemiyorum. Ama olumlu bir örneği yazının devamını ilgilendirdiğinden hatırlatmak isterim.
2004 Aralık ayında Avrupa Konseyi Türkiye’nin AB üyeliği için müzakerelere ehil olduğunu açıklaması bir yandan doğrudan yabancı sermaye girişlerinde büyük bir sıçrama yaratırken diğer yandan uygulanmakta olan istikrar programına güveni tahkim etmişti. Gerçi 2003-2007 döneminde bedel ödenmeden (ortala ekonomik büyüme yüzde 7) başarılan dezenflasyonda yapısal reformaların ve IMF desteğinin katkıları da göz ardı edilmemeli ama olumlu “şokun” katkısı da küçümsenmemeli. Bu yıl da benzer bir gelişmenin yaşanabileceğini düşünüyorum, daha doğrusu umut ediyorum.
Avrupa Birliği ile ilişkilerde yeni bir sayfa
Avrupa Birliği ile ilişkilerde yeni bir sayfa açılabileceğini düşünmeye başlamama Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Ursula Von der Leyen’in Ankara ziyareti münasebetiyle yaptığı açıklama yol açtı. Bu açıklamadan önemsediğim bazı bölümleri paylaşmak istiyorum.“…2007’de veya 2008 o zamanlar altın zamanlardı.
Çünkü Türkiye’ye net bir yol haritası verildiğinde, AB reformları yoldaydı ve hiçbir uluslararası aktör Türkiye’ye tehdit etmiyordu...Ama daha sonra Türkiye’nin üyeliği, Avrupa siyasetinin içindeki kimlik siyaseti tartışmasının bir parçası haline geldi….Tekrar Sarkozy öncesi çizgiye geri dönmek zorundayız.
Dolayısıyla liyakate dayalı bir üyelik yolu açılmalı. Türkiye bölgede daha etkili bir güç oluşturmak için Avrupa ile birleşmeli (abç)…..Bizim edindiğimiz izlenim kendisinin (Von der Leyen) böyle bir imkana sahip olmak istediği yönündedir….Sayın Cumhurbaşkanı’mız da kesinlikle bu yönde ilerlemeye istekli” (abç). Bu açıklamaların nezaket çerçevesinde yapılmış propaganda amaçlı olduğu kanaatinde değilim. Uluslararası arenada kartların yeniden dağıtıldığı bir dönemden geçiyoruz.
Suriye’nin istikrara doğru mu yoksa yeni bir kaosa doğru mu ilerleyeceği belirsiz. Rusya-Ukrayna savaşının bir modus vivendi ye mi yoksa tırmanmaya mı yöneleceği de belirsiz. Ama en önemlisi Trump’ın özellikle de baş danışmanı Musk’ın Avrupa ekonomisine ve demokrasisine yönelik tehditlerinin dozunun giderek artması. Avrupa Birliği yeni meydan okumalarla hatta tehditlerle yüzleşeceği bir döneme müttefiki ABD’nin desteğinden mahrum olarak giriyor.
Bu tehditler bir ölçüde Türkiye için de geçerli. Dolayısıyla ilişkilerde yeni bir sayfa açılmasına hem Avrupa Birliği’nin hem Türkiye’nin acilen ihtiyacı var. Görünür gelecekte üyelik olmayacağını biliyoruz ama pek ala yıllardır hiçbir ilerleme kaydedilmeyen Gümrük Birliği’nin tarıma ve hizmetlere genişletilmesi tozlanmakta olduğu raftan indirilebilir ve müzakereler olabildiğince hızlı tamamlanabilir. Ancak bunun için başta Türkiye’nin ve Avrupa Birliği’nin yapmaları gereke ev ödevleri olduğunu da unutmayalım.