Ekonomide güç-odağı değişmesi ve alternatif tepkiler

Rüştü BOZKURT
Rüştü BOZKURT BUZDAĞININ DİBİ [email protected]


BUZDAĞININ DİBİ / Rüştü BOZKURT

Ekonomide "güç-odağı değişmesi" çok temel bir eğilim; dünyanın her yerinde gündemin ilk sıralarında yerini alan bir tartışma konusu. Güç-odağı kayması kabul edilebilir gücün de değişmesi anlamına geliyor. Kabul edilebilir güç diri bağlantı kurmanın üç temel devrimdeki araçlarını, güç-odağı kaymasının varsayım olmaktan çıkarak olgu haline gelmesini, kabul edilebilir gücün niteliksel bağlamlarını değerlendirdikten sonra, sözü ülkemiz için yarattığı fırsat bağlamına taşıyabiliriz. Sorunu üç alt başlıkta ele almak istiyoruz: Tarihten kaynaklanan zorluklar, yeni fırsat ve tehlikeler ve yatırım yönetimine etkileri.
Bilim alanında kendini kanıtlamış olan fizikçiler, modeller basitleştirmelidir ama asla basite indirgenmemelidir  diyor. Yeni bir dünyanın kurulduğunu gözlüyor ve kabul ediyorsak, anlaşılır bir zihni model yatmamız gerek. Etkili bir model ise niceliksel gözlemler kadar, niteliksel dinamikleri de açıklayarak tasarlanabilir. Ekonomik güç merkezindeki kayma bağlamında, ülkemizi yönetenler karar çerçevelerinde nelere özen göstermeleri gerektiğini kısa değinmelerle tartışmalıyız:
Tarihten kaynaklanan zorluklar. Anadolu topraklarında yaşayanlar bu topraklara geç gelmiştir. Bu toprakları yerleşirken Asya bozkırlarındaki inanç sistemlerini de değiştirmişlerdir. İslamiyet benimseyen Anadolu'nun yeni sahipleri Batı'ya ilerlerken kültürel çatışmanın yarattığı önyargıların kök salması ile de yüzleşmiştir. Batı ile ilişkilerimizi önemli ölçüde "iki kültür arasında sınır bekçisi olmamızın"
etkisi altında kalmıştır. Özellikle Akdeniz sahillerinde "Mama Türki" imajı ikili ilişkileri kolaylıkla önyargıların tutsağı haline getirebilmiştir. Venedik'te Enrico Dandolu gibi yöneticilerin , boşalan hazinelerini doldurmak için yaratmak zorunda oldukları "dış düşman" için Müslüman Türkler çok kolay malzeme olmuştur. Selçuklu Anadolu içlerinde, Osmanlı Balkan ve Akdeniz coğrafyasında ilerlerken, Hıristiyan kutsal mekanlarının Türkler' in kontrolünde olması düşmanlık ve önyargı üretmeyi kolaylaştıran ortamı beslemektedir. Söz konusu önyargıyı, Batı'nın elitleri bile silip atmamıştır. Son dönemde Sarkozy'nin tutumuna yansıyan da iki kültür arasında sınır bekçiliği yapan bir toplumun karşılaşabileceği önemli engellerin göstergesidir.
Devraldığımız önemli bir sorun da yıkılan bir "imparatorluğun nefret mirasçısı" olmamızdır. Kuzey Afrika'dan Ortadoğu'ya, Balkanlar'dan Kafkasya'ya, Arap Yarımadası'ndan Galiçya 'ya geniş imparatorluk topraklarından çok sayıda devlet ortaya çıktı. Bu devletleri yönetenler zaman zaman başarısızlıklarını saklamak için topraklarını yönetmiş olan Osmanlı ve mirasçıları için "nefret" üretme gibi kolaycı yolu seçti. Bu nefret mirası nedeniyle çevre ülkelerle ticaretimiz olması gerektiği gibi geliştirmek mümkün olmadı. Nefret mirasının yarattığı düşmanlık karşısında gelişen "savunma algısı" da kalkınmaya ayırabileceğimiz kaynakları "savunma" için harcamaya, büyük ve güçlü ordu beslemeye bizleri zorladı.
Yurtdışında bulunmuş olanlar bu "nefret mirasını" söz konusu ülkelerin sıradan yurttaşlarında bile gözlemiştir.
Batı ile sağlıklı ve uzun soluklu ilişki kurmanın bir başka engeli, büyük "ideolojiler döneminde kanat ülkesi" olmamız. İdeolojik kavga, kutuplaşmış dünyada ülkemiz insanının eleştirel aklını geliştirme ve özgür tartışma yerine "tek tip düşünceyi" egemen kılma anlayışını öne çıkardı. Belli siyasi, ekonomik ve kültürler yaklaşımlardan farklı sözü olanlara çilelerden çile beğendirildi. Eleştirel akla ödetilen bedelleri yüksek oldu. Toplumumuz çok sesli ve çok kültürlü yaşamın " paylaşımcı ve uzlaşma özünden" uzaklaştırıldı. Siyasi sistemimizdeki tartışmalar, proje-odaklı ve belge bazlı olma yerine, ırk ve inanç gibi doğuştan kazanılan değerlerin ya da tarihte yaşanmış başarıları aşırı değerlendirmenin tutsağı haline getirildi. Yakın tarihimizde ve hala bugün demokrasinin vazgeçilmezi olan siyasi partilerin tutumu, ideolojik dönemin çatışmalı dilinden besleniyor. İktidar dili de, muhalefet dili de çatışmacı, ayrıştıran öze sahip; bütünleştirici değil.
 Doğuştan kazanılan değerlere dayalı siyaset "inanç özgürlüğü" ile "düşünce özgürlüğü" arasında net bir ayırım yapmaktan hoşlanmaz. Kavramların karışık olması, düşüncelerin muğlaklığı, tartışmaların gündemsiz ve belgesiz yapılması kolaycı siyasetin besin kaynağıdır. Net bilgiye dayanmayan ortamda "proje-odaklı siyaset aşamasına" geçilemiyor. Ülkemizin gelecek inşa etmede ortak irade ve ortak değer yaratmasının önündeki büyük engel bu kavram kargaşası ve düşüncedeki muğlaklıktır.
Özellikle ulus-devlet anlayışının kök salması, Batı'nın teknolojik ve ideolojik üstünlüğü, ulus-devletlerin sınırlarını belirlerken, coğrafyanın iç bütünlüğünü gözetmeyen, ülkeleri düşman eden "sorunlu alanları" yaratmalarını kolaylaştırdı. Yakın coğrafyamızda, aynı ırktan insanlardan oluşan devletlerde bile sınır sorunu olmayan tek bir ülke bile yok gibi… Bu yapay sınırların bir başka etkisi ekonomik özlüdür. Yapay sınırlar bizi "merkez ülke" olma yerine " köprü ülke" durumuna getirdi. Geçiş ülkeler zenginliğin aslan payını alamaz, merkez ülkeler alır. Oysa doğal sınırlar bağlamında İstanbul her zaman coğrafyamızın "merkezi" olmuştur. Şimdi iletişimde erişebilirlik nedeniyle yeni ve büyük bir fırsat kapısı açıldı; yapay sınırlar kırılıyor ve ülkemiz yeniden merkezi konuma geçebilme potansiyellerini değerlendirme aşamasına doğru ilerliyor.
Batı ilişkilerinde aşılması zor olan beşinci engel, gelişmiş Batı'nın nüfusu hızla yaşlanırken, ülkemizin genç ve dinamik bir nüfusa sahip olmasıdır. Bu genç nüfusun iyi eğitilmesi, üretimi öğrenmesi, girişimci enerjisinin öne çıkarılması halinde zenginlik üretiminde atak yapma olasılığı yüksektir. Dünya genelindeki eğilimlerin ortaya çıkardığı bu yeni eğilim ülkemizi "korku-odağı" haline getiriyor. Hepimizin yakından gözlediği gibi AB'ye tam üyelik sürecinde "hazmetme sorunu" arka planda gizlenmiş düşünceleri açığa çıkarıyor. Hem genç ve dinamik bir nüfus hem de farklı inançta insanlar olmamız sığ bilgilerle beslenen korkuları körüklüyor.
Yeni odağın fırsat ve tehlikeleri. Ekonomide güç merkezinin Asya-Pasfik eksenine kayması ülkemiz için yeni bir fırsattır. Bütün eğilimler gibi, ekonomide güç merkezinin odak değiştirmesi de fırsatlar kadar tehlikeler de üretir. Karşımıza çıkan fırsat ve tehlikeleri farklı pencerelerden bakarak sürekli irdelemeyiz:
*Batı ile ilişkilerden daha kolay bir ortama sahibiz. Daha önce belirttiğimiz beş oluşum nedeniyle Batı ile olan ilişkilerimizi karşılıklı çıkarlara saygılı bir temel üzerinde inşa etmek zordu. Batı, NATO'ya üyelik gibi kendi çıkarları açısından önemli konularda bizi içine aldı; AB'ye üyelikte ise Sovyetler Birliği eski üyelerini tercih etti. Bu çifte standart hemen her alanda karşımıza çıktı. Oysa Çin-Hindistan eksenli bir kabul edilebilir güç söz konusu olunca, aradaki ilişkilerin çok eski dönemlerde olması, halkların önyargıları çoktan zihninden silmesi nedeniyle ilişkileri geliştirebilmemiz için daha elverişli bir ortama sahibiz.Hızla, Çin,Hindistan, Malezya, Endonezya,Japonya gibi ülkelerle tarihsel ilişkilerimizi analiz ederek, olası tuzaklar üzerinde net bilgilere ve sağlıklı fikirlere sahip olmalıyız ki, geleceğin yol haritasını oluşturabilelim. Özellikle Çin'in, "Piyasa sisteminin 'görünmez eli' ile yönetişimin 'görünen elini' deng elediğini" ileri süren, kendine özgü demokrasi, insan hakları vb. değerler sistemi örüntüsü yaratmayı öneren "yeni ideolojisini",toprak talepleri ve genişleme algısını, Kuzey Çin Denizi'ndeki iddialarını ele alarak bir değerlendirme yapmalıyız .
*Kotarılmak istenen önyargı karşısında dikkatli olmalıyız. Toplumumuzun Doğu ile ilişkileri de dikensiz gül bahçesi değil. Tarihin derinliklerinde Çin ve Hindistan'la da doğrudan ve dolaylı ilişkilerimiz olmuş. Dünyanın önde gelen iki entelektüelinin piyasaya sunduğu haber gözümüzden kaçmamalıyız :
" …Müslüman Türkler'in 9'uncu yüzyıldan 12'inci yüzyıla kadar devam eden saldırıları Hindistan'da Budizm'in ölüm firmanı oldu. İstilacılar, Kuzey Hindistan'da birçok manastır üniversitesini yıktılar ve tanımış birçok rahibini öldürdüler. 1193'te Müslümanlar, Budizm'in ve Hindistan'ın kalbi olan Magadha'yı ele geçirdiler. Nalanda'da Budist manastırını tamamen yerle bir ettiler."
Bu habere bir sinemacı tepki gösterdi . Ardından da iki ayrı yazı ile ilgililere uyanık olmaları çağrısını biz yaptık. TİM'in yaptığı bir toplantıda da, sorunu sadece ürün satış miktarları, dolar cinsinden gelir gibi algılamanın eksikliğini, yaratılmak istenen önyargıları en düşük düzeyde tutacak önlemleri de almamız gerektiğini anımsattık. Ticaret için yapılan yurtdışı gezilerde, orta ve uzun dönemde kültürel önyargı yaratabilecek gelişmelerin değerlendirilmesi gerekir.
*Doğu Türkistan'la ilgili sağlam ilkeler belirlemeli ve benimsemeliyiz. Çin ile ilişkilerde kabul edilebilir gücün bölgesel politikaları ile her zaman örtüşen politika üretmemiz mümkün olmayabilir. Suriye konusunda bu çelişki şimdiden yaşanmıştır. Asıl önemlisi ise Doğu Türkistan'la ilgili ilke, tutum ve davranışların sağlam temeller üzerinde kurulmasıdır. Çin'le güç bakımından bilek güreşi yapmamız mümkün olmayacağına göre, değişen ve değişecek olan koşulları dikkate alan bir "Doğu Türkistan Politikası" geliştirmeye ciddi emek ve zaman harcamalı, kafa yormalıyız.
*Pakistan-Hindistan ilişkilerinde uzun dönemli bakış açısına sahip olmalıyız. Hindistan'ın Asya-Pasifik ekonomik ekseninde ağırlığı olacağı çok açık. Hindistan-Pakistan ilişkilerinin geleceği bugüne kadarki ilişkilerden çok farklılaşabilir. Ülkemizin ekonomide güç merkezi kayması karşında yeni konumlanması üzerinde çalışırken, stratejik bir yaklaşım geliştirmeliyiz; nükleer dengeyi, Kaşmir sorununu, Hindistan'daki Müslümanların sorunlarını harmanlayan netleşmiş bir tutum belirlemeliyiz. Bütün bu gelişmelerin gelecekteki ticari ilişkileri belirleyecek etkenler olduğunu unutmamak gerekiyor. Hindistan'ın 1.2 milyar nüfusu, geleceğe dönük iddiasına karşın 162 diplomatik misyonunda 800 diplomat hizmet veriyor. ABD nüfusu Hindistan nüfusunun dörtte biri kadardır; ABD kabul edilebilir gücünü sürdürebilmek için 11 binden fazla diplomatik personel görev yapar. Son 50 yılın gelişen ülkesi olan Singapur'da bile 847 diplomatik personel bulunmaktadır. Hindistan bu açık kapatılmak istese de bugünden yarına gerçekleştirilmesi olanaklı değil. O nedenle ticaret kesimi devreye giriyor. Hindistan Ticaret Ve Sanayi Odaları Federasyonu ( FICCI) Genel Sekreteri Rajiv Kumar'ın işaret ettiği gibi, her iki ülkede orta sınıfın ekonomik büyümeye odaklanmak istemesi, önyargılara dayalı kötü ilişkileri tersine çevirecek ve ilerleme sağlanacak bir güç haline geliyor .Bizim gelişmeleri yakından izleyen, hızlandıran politikaları hem diplomatik misyonlar aracılığı ile hem de ticaretin STK'ları ile hayata taşımamız gerekiyor.
*Malezya-Endonezya ilişkilerinin omurgasını Asya-Pasifik'te oluşumlar bağlamında değerlendirmeliyiz. Dış politika, mümkün olanın sınırlarını genişletme sanatıdır .Ülkeler çıkarlarını korumak için dış politikayı planlayacak ve uygulayacak örgütlenmelere ciddi kaynak ayırır. Malezya ve Endonezya'yı kültürel yakınlık nedeniyle farklı bir yaklaşımla masaya yatırıp, olanak ve kısıtlarını nesnel biçimde değerlendirerek uzun soluklu bir politika üretmenin zamanı gelmiştir. Dünyaya ve dışa açılma sürecini, ticaretin sınırlarından öte kültürel algıya da taşımalıyız…
Yatırım fizibiliteleri. Bir toplumun geleceğini iki eksende ilerleyerek kurabilir: Biri değerler sistemi, diğer kaynaklar. Değerler sistemi dendiğinde, son kriz piyasa-odaklı demokrasinin kaynak kullanımında yetmediğini ileri sürenlerin eleştirileri giderek yükseltmelerine yol açtı. Belki de, demokrasi anlayışımızdan başlayarak bugünkü değerler sisteminin içeriği gelecek on yıllarda ciddi biçimde değişecek. Sistemin sorunları aşması için önünün açılması, reformlarla beslenmesi gerektiğini ileri sürenler de az değil. Bu açıdan bakıldığında, ekonominin geleceğine ilişkin bir "zihni model" belirleyerek karar alma süreçleri kolaylaştırmamız gerekiyor. Geçmişteki kabul edilebilir güce endekslenen yatırım ve işletme dönemi kuramsal çerçeveleri bugünün yatırım yönetimi için yeterli olmuyor.
Ağırlıklı olarak Batı ilişkileri, eğitimizde Batı etkileri, teknolojik donanımımızın Batı kökenli olması, popüler kültürümüzün Batı etkisi atında kalması, yatırım fizibilitelerini hazırlarken Batı'daki parametrelere göre hesaplar yapma eğilimini güçlendirmiştir. Şimdi koşullar değişiyor; gereksinimler, olanaklar ve kısıtlar farklılaşıyor, fizibilite çalışmalarında yeni güç merkezi oluşumu kendi koşullarını dayatma aşamasına doğru hızla ilerliyor. Biz bu gelişmenin farkında olmanın ötesinde alternatif tepki stratejilerini geliştirme zorundayız. Hem kamu yönetimi düzleminde hem de işyerleri ölçeğinde bunu yapmamız gerekiyor.
İnsanın önemli özelliklerinden birinin de "öngörme ve önlem alma disiplini" olduğunu kabul ediyorsak, ekonomide yeni güç merkezi oluşumunun fırsat ve tehlikelerini, olanak ve kısıtlarını belirlemek, ona göre denge hesapları yapmak zorundayız. Yatırımlarımızın birikim yeteneklerini koruyabilmesi ve uzun dönemli geleceğin güven altına alınması, yeni koşulları değerlendirmemizle sıkı sıkıya bağlantılı.
Bu aşamadan sonra, Batı'daki gelişmeler kadar Asya-Pasifik eksenindeki gelişmeleri de yatırım kararları alırken ciddi biçimde gezden geçirmeliyiz.

1- Stephen Hawking ve Leonard Mlaoinov, Büyük Tasarım, Çev. Selma Öğünç, Doğan Kitap, İstanbul 2012, s.47
2- Rüştü Bozkurt, Kendimizi Sorgulamak, Ümit Yayıncılık, Ankara 1994, s. 67-69
3- Timothy Garton Ash, "Garanti gelecek zirvesi" Garanti Gelecek Buluşmaları, Çirağan Sarayı,4 Nisan 2012
4- Ayrıntı için bkz: Rüştü Bozkurt, " Yeni dünya ve Nalanda Üniversitesi" Dünya, 17 Aralık 2009; Rüştü Bozkurt, "Kişhore Mahbubani'ye soralım" Dünya 17 Haziran 2010
5- Halid Refiğ "Asya'daki ilişkilerimiz" NPQ Cilt:7; S.5
6-  Jim Yardley, "Hindistan ticari diplomasiyi deniyor/ Özel sektör ülkenin dünyaya açılmasına yardım ediyor" The New York Times/Saban, 8 Nisan 2012
7-  Rüştü Bozkurt, İşleyen Kurumlar Yaratmak, Çemen Ardagül Elektronik ve Gıda San.Tic. Ltd Şt yayını, Ocak 2005 İstanbul ,s. 15-18

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar