Ekmeden biçilmez
Cumhuriyetin ilk yıllarında tarımda önemli gelişmeler kaydedilmesine, 1960’lı yıllardan itibaren makineleşmeyle ciddi verim artışı ve büyüme sağlanmasına rağmen bu ivme müteakip dönemlerde maalesef sürdürülemedi.
1980 sonrasında ekonomide yaşanan anlayış değişikliğine bağlı olarak devletin ziraattaki etkin yönetim ve planlama kabiliyeti azaldıkça tarımsal büyüme hızı da geriledi hatta nüfus artışının bile altına indi. Yapısal sorunlar, yüksek maliyetle yapılan üretim, fahiş faizli krediler, fiyat ve pazarlamada yaşanan sorunlar üreticileri zor duruma düşürdü.
Aslında benzeri durumlar diğer pek çok ülke için de geçerli. Son yıllarda Covid-19 ve Ukrayna krizi nedeniyle dünya ekonomisinde gıda kıtlığı sorunu yeniden gündeme geldi, özellikle Orta Doğu ve Afrika’daki bazı ülkelerde kriz süreklilik arz etmeye başladı. Besin ve hububat ürünleri fiyatları tarihi artışlar gösterdi. Yükselmeye devam eden girdi, işçilik ve lojistik fiyatlarıyla oluşan anormal üretim maliyetleri, ürünlerin tüketiciye ucuza ulaşmasına artık imkân tanımıyor. Bu artışlar, gelir seviyesi düşük kesimlerin satın alma gücünün azalmasına ve fakirliğin boyutlanmasına yol açıyor.
Gıda milliyetçiliği
Dünyanın farklı köşelerinde meydana gelen siyasi ve askeri anlaşmazlıklar, ekonomik sorunlar ve nüfus hareketleri genel olarak milliyetçilik duygularını körüklerken; zirai üretimi tehdit eden iklim değişiklikleri, çatışmalar ve artan üretim maliyetleri ise gıda milliyetçiliği kavramını ön plana çıkardı. Ülkelerin öncelikli olarak kendi besin güvenliklerini ve ihtiyaçlarını karşılamaları her zamankinden mühim hale geldi.
Artık gıda güvenliğini garanti etmek için üretmek ve bunun sürekliliğini temin etmek tüm ülkelerin yeniden ilk önceliği arasına girdi. Ürünlere ilişkin ihracat kısıtlamaları, özellikle hububat üretimlerinin garanti altına alınması ve fiyatlardaki ani artışlara karşı yeni korumacılık uygulamaları söz konusu oldu.
Hızla artan nüfusun olmazsa olmaz besin ihtiyacı, ön plana çıkan gıda milliyetçiliği ve bu alanda güvenliğin sağlanması için verilen mücadele, diğer ülkelerin yanı sıra Türkiye için de hayati ehemmiyet taşıyor. Yani biz de gıda milliyetçiliği gütmemiz gereken bir zaman dilimine çoktan girmiş bulunuyoruz. Bu süreçte, geçmişteki özelleştirmelerle doğan boşluğun hala doldurulamadığı dikkate alınarak, ziraat sektörünün ve piyasanın koordinasyonunda devletin inisiyatif üstlenmesi, ürün arzı ve fiyatlarındaki dalgalanmalara mâni olmak üzere gözetim ve denetim faaliyetlerine odaklanması neredeyse zaruri. Bilhassa gelişmemiş ve iptidai çiftçilik üretimi ile geçinen bölgeler ile diğerleri arasındaki dengesizliğin ve fakirliğin giderilmesi hususunda da yine devletten çözüm bekleniyor.
Öte yandan, 2001’den itibaren uygulanan doğrudan gelir desteği ve tarım piyasasının düzenlenmesine yönelik değişiklikler, bu kesimde Türk köylüsüne dayalı iş gücünün şehre göçüne neden oldu. Suriye’de 2011’de başlayan iç savaşla birlikte karşılaştığımız sığınmacı krizi de ziraat sektöründe doğan boşluğun kayıt dışı istihdamla doldurulmasına sebebiyet verdi. Bu çarpık dönüşümün kontrolü de ancak devlet eliyle ile çözülebilecek bir mesele olarak görünüyor.
Dolayısıyla Türkiye’nin, şartların her açıdan ağırlaşacağı önümüzdeki dönem için diğer alanların yanı sıra tarım sektörünü de sürdürülebilir ve rekabetçi bir nitelik kazanacak şekilde dönüştürmesi kaçınılmaz. Zira iktisadi milliyetçilik; çiftçilik ve besin politikalarının milli çıkarlar maksimize edilecek biçimde yeniden tasarlanmasını, ülkenin doğal kaynaklarına sahip çıkılmasını ve yerli üretime yoğunlaşarak verimliliğin azami düzeyde artırılmasını gerektiriyor.