Eğitim şart mı?
Geçtiğimiz hafta yazmaya başladığım mesleki eğitim ve beceri politikası konusuna bu hafta da devam etme niyetindeydim. Çağımızın gerekliliklerini yeni nesil eğitim kurumları bünyesinde nasıl öğretebileceğimizi yazacaktım. Böylece Almanya, Avusturya, İsviçre gibi ülkelerin zamanında elde ettikleri mesleki eğitim başarısını bugünün koşullarında nasıl tekrarlayabileceğimizi anlatacaktım.
Ne var ki, gelen bir haberle, bu ülkeden ümidini kesmemiş bütün insanlar gibi benim de hevesim kaçtı. Kara para akladığı ve görmemişliği her halinden belli olan bir çiftin “devletimiz sağ olsun” tezahüratlarıyla rüküş hayatlarına geri dönüşüne tanık olduk. Tam da okulların açıldığı hafta milyonlarca öğrenci bugünün Türkiye’sinde zenginliğin ve itibarın yolunun iyi bir eğitimden değil de kötü bir ahlaktan geçtiğini bir kez daha anlamış oldu.
Yüzbinlerce üniversite öğrencisi de bir kez daha yabancı bir ülkede vasıfsız bir işçi olarak çalışmayı bu ülkede beyaz yakalı bir çalışan olmaya tercih etti. Ülkemizdeki yetenekli ve idealist gençleri kendi ülkesinin işgücüne katmak için çabalayan yabancı ülkelere arayıp da bulamadıkları fırsatı kriminal ve rüküş bir çift, ağababalarının da kollamasıyla, vermiş oldu. Devletimiz sağ olsun!
Başkasının mucizesini gerçekleştirme…
Annem ve babamın da dahil olduğu Türk işçi göçü, 20. yüzyılda Avrupa’daki en büyük göç hareketlerinden biriydi. Türkiye’den Almanya’ya giden milyonlarca vatandaşımız Alman ekonomik mucizesinin fitilini ateşledi. Ama mucizenin gururunu onlar yaşayamadıkları gibi, meyvelerini de onlar yemedi.
Eğitimli insan ülkeyi terk ediyor
Bugün benzer bir süreci çok başka bir biçimde tekrar yaşıyoruz. Geçtiğimiz on yılda Türkiye Cumhuriyeti’nin bin bir emekle yetiştirdiği on binlerce eğitimli insan siyasi istikrarsızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik, ekonomik belirsizlik gibi nedenlerle ülkeyi terk ediyor. Arkalarından “varsın gidiyorlarsa gitsinler” diyenler bu ülkenin kaynakları ile yetişen ve belki de edinilmesi en zor olan “gelişmiş insan kaynağını” bir kez daha başka ülkelerin yaratacakları ekonomik mucizeye hediye ediyor.
Oysa 20.yüzyılın başında İktisat Kongresi’ni düzenleyen bağımsızlıkçı ruh Türkiye’yi ileriye götürecek yegane gücün “gelişmiş insan kaynağı” olduğunun farkındaydı. O yüzden de ilk oturumun 7. Maddesine aynen şöyle yazılmıştı: “Her Türk, her yerde hayatını kazanabilecek şekilde yetişir, fakat her şeyden evvel memleketin malıdır.”
İşte bu ilkeden yola çıkarak Cumhuriyetin en büyük amaçlarından birisi, dünyanın her yerinde çalışabilecek, mesleğini dünya kalitesinde yapan insanlar yetiştirmek oldu. Üstelik bu insanlar eğitimde fırsat eşitliği sayesinde dar gelirli ailelerin çocukları arasından da çıkabiliyordu. Devletin size sağlayacağı eğitimle sosyal katmanları kırabilmek ve bir üst gelir grubuna çıkabilmek mümkündü.
Artık değil! Bugün öğrencileri ya da ailelerini eğitimde fırsat eşitliğine ya da sosyal adalete inandıramazsınız. Eğer bugün bütün ülkenin gözü önünde kara para akladığı her halinden belli olan ve görmemişliği paçalarından akan bir çiftin “sağ olsun” dediği devlet çocukların okula aç gitmelerine ya da gençlerin bu ülkeden gitmelerine kayıtsız kalıyorsa, o devletin adil ve sosyal bir devlet olduğuna kimseyi inandıramazsınız.
Bugün bir yıldan fazla işsiz kalan gençlerin yarısından fazlası üniversite mezunu ise bu gençlerin hayallerini ülkelerinde gerçekleştirme isteklerini canlı tutamazsınız. Her türlü adaletsizliği, pespayeliği, sıkışmışlığı daha çocuk yaştan itibaren hisseden bir bireye de ülkesini içi boş laflarla sevdiremezsiniz.
Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf’un Doğu’dan Uzakta romanında dediği gibi “Her insanın gitmeye hakkı vardır, onu kalmak için ikna etmesi gereken ülkesidir.” Okulların açıldığı bu hafta ülkece sınıfta kaldık!