Düşük profil ile ancak fasoncu olunur
Düşünüyorum da aslında sağduyu ve akılcılığın hakim olduğu bir ortamda normal sayılması gereken gelişme ve uygulamalar, nedense bizde büyük başarı olarak algılanıyor. Her gün yazılısı görseliyle medyanın değişik kanallarında çoğu kez abartıyla yer alan olumlu haberlerin sıra dışı ve büyük farklılık yaratıcı nitelikte olmadığı, bu ölçekteki bir piyasa ekonomisi için olağan gelişmeler sayılmak gerektiği açıkken bunlardan sürekli övünme vesilesi yaratma merakımız başka nasıl açıklanabilir, doğrusu bilmiyorum. Çok daha geri kalmış bir ülke olsak anlayacağım ama, vardığımız gelişme düzeyinde üstelik potansiyelimizin büyük bölümünü halen gerçekleştirememişken özgüvenimiz daha fazla iddialı olmamızı gerektirmez mi? Ekonomi yönetimi konusunda da aynı durumdayız. 2007 genel seçimleri ve ardından gelen küresel kriz sonrasında yavaşlayarak da olsa büyüme trendini halen sürdürmemiz de temkinli bir konjonktür ve para politikası izlememiz, mali disiplini sürdürmemiz sayesinde oldu. Yani zaten olması gereken basiretli ve akılcı yönetim sayesinde. Bu da bir başarı ama büyük başarı denemiyor, çünkü işsizlik, enflasyon, büyüme gibi göstergeler olumsuz yönde gelişiyor.
Algılanmayan sinyale rötuş cevabı
Oysa yedi yıldır ortaya çıkan sinyaller, daha yukarıda bir performans göstermemiz gerektiği uyarısını yapmıştı. 2002-2007 arasında umutlandığımız gelişmiş batıya yaklaşma hedefi bir yana, içinde bulunduğumuz yükselen ülkeler grubundan da olumsuz ayrışmaya başladığımız, azalan doğrudan dış yatırım girişinden anlaşılıyordu. Başta cari açık ve enflasyon olmak üzere ekonomik göstergelerde kronik karakter kazanan kötüleşmeler, sonunda uluslararası değerlendirmelerde yeni tanımlanan bir grup olarak "kırılgan beşli" içine alınmamıza yol açtı. Dahası bu beşli'deki kader arkadaşlarımızdan ikisi, Hindistan ve Endonezya, açıkladıkları ve inandırıcı bir şekilde uygulamaya geçirdikleri yapısal reform ve dönüşüm programıyla kırılganlıktan çıkıp yeniden yükselenler grubuna geçmiş görünüyorlar. Biz ise hala bu mesajı tam olarak almış, sadece konjonktüre uyum sağlamanın yeterli olmayacağını, yeni bir başarı hikayesi yaratmanın köklü bir dönüşüm ve atılımdan geçeceğini gerçek anlamda algılamış görünmüyoruz.
Önemsediğimiz ve duyarlı olduğumuz noktalar, ancak yaygın kitlelerin de kaygılanmaya başladığı, yani yumurtanın kapıya dayandığı zamanlarda ortaya çıkıyor. Genellikle büyümenin ve yatırımların düştüğü, tüketici ve reel kesim güveninin azaldığı, enflasyon ve hayat pahalılığının yükseldiği ve işsizliğin arttığı dönemlerde bazı önlem paketleri hazırlayıp açıklama gereği duyuyoruz. Bunlar da genellikle geniş zamanlarda stratejik ve bütünsel yaklaşımla hazırlanmış, tartışılmış ve etki analizleriyle test edilmiş olmaktan çok kısa vadede sonuç verebilecek ya da en azından moral pompalayacak nitelikte, yani dönüşüm iddiası taşımayan taktik tedbirlerden ibaret oluyor. Nitekim düşen büyüme ve olumsuzlaşan diğer göstergelerin sarstığı güveni onarmak üzere kuşkusuz iyi niyetle açıklanan son paket de mevcut teşvik rejimine kısmen doğru yönde, kısmen tutarlılığı tartışmalı rötuşlar öngören bir ilave avantajlar dizisi. Kaldı ki önceki her pakette olduğu gibi ne ölçüde benimseneceği ve uygulamaya aktarılacağı ancak seçimlerin ardından geçecek bir iki yılda belli olacak.
Yaklaşım hatası ve KOBİ takıntısı
Ancak bence önem taşıyan esas nokta, tasarruflarımız bu kadar yetersiz ve dolayısıyla eldeki kaynaklar bu kadar değerliyken hala her sektörde ve her ölçekte üretime, etkinlik, rekabetçilik ve verimlilik kriterleri gözetilmeksizin destek verilmesini amaçlayan ve geçtiğimiz on yıllarda başarısızlığı kanıtlanmış bol kepçe teşvik sistemine geri dönmekte oluşumuz. Anlaşılan dönüşüm programlarının vazgeçilmez unsuru olan hukuk güvencesi ve eğitim gibi pek sempati duymadığımız uzun vadeli reformlar bir yana, sanayi yapısını katma değeri ve net döviz kazancını arttıracak bir yönde değiştirme hedefini de askıya alma yolundayız. Korkarız ki bu konudaki yaklaşımımızı değiştirmezsek tıpkı enflasyon ve işsizlikte karşımıza çıkan katı taban sınırı gibi büyümede de katı bir tavan sınırına gelip dayanmamız işten bile değil. Nitekim yakın geçmişte gözlediğimiz büyüme düşerken cari açığın azalmaması, daha sonra oluşan petrol fiyatındaki düşüşün etkisinin bile sınırlı kalması, üstelik en önemli girdi olan enerji maliyetinin azalmasına rağmen enflasyonun artış trendine girmesi gibi tuhaf sonuçlar, hep mevcut yapıyı sürdürme inadımızdan kaynaklanıyor. Hal böyleyken biz büyümeyi iyice tehlikeye düşürecek ve zaten yetersiz olan tasarrufları caydıracak negatif reel faiz hevesindeyiz.
Bunda faiz konusunda, anlı şanlı bazı iktisatçılarımız da dahil, kafalarımızın karışık olmasının da rolü var. Ekonomiyi geride kalmış bir dönemin yaklaşımlarıyla değerlendiriyor olmalıyız. Çünkü para artık eskiden olduğu gibi sadece ödeme veya servet muhafaza aracı değil, kendi başına bir mal. Para hareketleri de diğer yatırım akımları gibi yatırımcı güvenine yani hukuk güvencesine, saydamlığa, vergi sistemine vb. bakarak şekilleniyor. Sadece faiz düzeyi ile oynayarak yatırımları arttıramıyorsunuz. Hele paranız dolar ya da euro gibi genel kabul gören bir para birimi değilse ve kendi ekonominizde dahi belirleyici olamıyorsa...
Yaklaşımımızdaki hatanın diğer önemli bir boyutu da teşvik sistemimizin ve sanayileşme stratejimizin hala, şirketlerimizin sayıca yüzde 99'unu,istihdamın yüzde 70'ini ve fakat düşük verimlilik nedeniyle üretimin ancak yüzde 47'sini sağlayan KOBİ'lere dayalı olması, KOBİ'leri dönüştürmeye odaklanmaması ve bu nedenle sonucunun düşük profilde kalmasıdır. Bu yaklaşımla ne kilit sektörlerde küresel üretim yapacak şirketlerin Türkiye'yi üs seçmesi, ne de Türk şirketlerinin yakın geçmişte hazırladığımız 'girdi tedarik stratejisi’nde öngörüldüğü gibi yurtdışında hammadde üretim tesisleri kurması mümkün olamaz. Olsa olsa teknoloji ithalatçısı ve fason üretici olmaya devam ederiz. Bu bizi kesiyorsa sorun yok demektir.