Düşük çıta durumu kurtarmaz
Biliyorsunuz, bu köşede zaman zaman dikkat çekmeye çalıştığım noktalardan biri, ülkede hedefl erin çok gerisinde kalınmasının ve kapsamlı reform iradesi oluşmayışının sorumluluğunun sadece politikacılara yüklenmesinin gerçekçi olmayan ve kolaycı bir düşünce tarzı olduğu, onları seçen toplumdan güçlü bir talep ya da sosyal baskı yükselmedikçe siyasal maliyeti göze alarak radikal programlar yapmalarının ancak ekonominin dibe vurduğu, yani başka çare kalmadığı hallerde beklenebileceği idi. Geçen hafta yayınlanan bir haber, bu konudaki kanaatimi bir kez daha doğrulayacak nitelikteydi. Gerçekten de devletin resmi istatistik kuruluşu olan TÜİK’in yaptığı bir araştırmaya göre halkımızın yüzde 56 oranında yaşamından memnun olduğu, hatta bu memnuniyet düzeyinin sağlık, eğitim gibi alt bileşenlerde yüzde 70 oranına çıktığı anlaşılmış. Bu haberin bana ilk hatırlattığı şey, bizim toplumun büyük çoğunluğunun Maslow’un ünlü ihtiyaçlar hiyerarşisinin en alt basamağında bulunduğu, o düzeydeki barınak ve gıda gibi temel fizyolojik ihtiyaçlarının karşılanmasında geçmişe göre küçük iyileşmeler görmesinin bile yaşamından memnun olması için yeterli olduğu gerçeği. Başka bir deyişle halkımızın çıtası, daha üst basamaklarda ortaya çıkan nitelikli eğitim, kişisel gelişim ve itibar, aidiyet ve dayanışma, fırsat eşitliği ve yaratıcılık ve hele genel olarak topluma ve çevreye katkı gibi ihtiyaçlara duyarlı olacağı ve bunu politikacılardan beklentilerine yansıtacağı bir düzeyde değil. Ayrıca enfl asyon ve dolaylı vergi şeklindeki kamu finansmanının yükünü de belli ki kişisel olarak algılamıyor. Belki bu bakımdan 60 yılı aşkın piyasa ekonomisi serüveni boyunca ülkeyi yöneten siyasal elitlere yöneltilebilecek haklı eleştiri, halkın beklenti çıtasını yükseltememiş olmalarıdır.
Maslow mu, OECD Mİ?
Aslında Maslow çağrışımının yersiz olmadığını göstermek için bir adım daha atarak ihtiyaç hiyerarşisinde bir üst basamağın bazı kategorilerini hisseden daha sınırlı bazı kesimlerin politikaların ve eylemlerin belirlenmesinde de bir ölçüde etkili olduklarını söylemek mümkün. Gerçekten de kaynak dağılımı, istihdam ve mülk edinme gibi bir üst ihtiyaç grubuna ulaşmış daha küçük grupların temsilcileri kanalıyla daha örgütlü bir sosyal talep oluşturdukları, böylece politika uygulamalarını ya da bu politikalarda sıkça gözlediğimiz değişiklikleri az veya çok şekillendirdikleri açık. Onların da sözlerini dinletebildikleri için kısmen memnun olmaları muhtemel. Daha yukarıdaki ihtiyaç hiyerarşilerinde yer alan sosyal uyum ve psikolojik ihtiyaçları önemseyen kesimlerin ise, orta sınıfın ve ona atfedilen değerlerin yaygınlık kazanmadığı bizim gibi toplumlarda, arka planda ve cılız kaldığını biliyoruz. Kuşkusuz söz konusu ihtiyaçların önem sıralaması ve şiddeti, ülkeler arasındaki kültürel farklardan, refah düzeyinden ve sahip olunan kaynaklardan, nihayet konjonktürden dolayı da farklılaşıyor. Şu sıralarda konjonktürün bizim için anlamı açık, bölgesel jeopolitik riskler ve içeride tırmanan sosyal gerginlik ve çatışma ortamı, tarihsel olarak hep depreşmeye eğilimli olan güvenlik ihtiyacının zaten cılız olan psikolojik ihtiyaçları daha da arkaya itmesine yol açar.
Tabii konunun bir de başta eğitime erişim olmak üzere büyüme açısından çok önemli gelir dağılımı eşitsizliği tarafı var. Genel olarak en zengin yüzde 10 ile en yoksul yüzde 10 arasındaki fark olarak tanımlanan ve Gini katsayısı ile ölçülen gelir eşitsizliğinde, son on yılda gerçekleşen kısmi iyileşmeye rağmen, Türkiye OECD’nin en kötü beş ülkesi arasında (diğerleri Meksika, Şili, ABD ve İsrail.) Üstelik 2015 yılında açıklanan ve 2013 rakamlarını yansıtan araştırmada üçüncülükten beşinciliğe olan düzelmenin nedenleri konusunda metodolojik tartışma var. Avrupa ülkeleri arasında sonuncu yani en eşitsiz olduğumuz ise tartışmasız. Yani küresel krizden darbe yiyen Akdeniz ülkelerinden de daha eşitsiz bir gelir dağılımına sahibiz. Rakamların raporlara yansıması bir gecikme ile gerçekleştiğinden 2013 sonrası sıralamayı bu yılın mayıs ayında göreceğiz. Ancak OECD’nin yine 2013’te yayınladığı “daha iyi yaşam (mutluluk)” endeksinde 36 ülke arasında Avustralya’nın lider, Türkiye’nin sonuncu olduğunu da unutmayalım. OECD, Türkiye’nin son yıllarda yaşam kalitesinde sağladığı ilerlemeye rağmen gelir düzeyi, aktif nüfusun istihdamı ve ortalama yaşam süresi gibi kriterler açısından geride kaldığını belirtmişti. Ancak sokaktaki vatandaş, doğal olarak ülkelerarası karşılaştırmalara değil, geçmişe oranla kendi durumunda hissettiği nisbi iyileşmeye (son asgari ücret artışı gibi) bakarak karar veriyor.
Hisler değil algı önemli
Ne var ki sade vatandaşın nasıl hissettiği, gerçekte ekonomide durumun nasıl olduğu sorusunu yanıtlama açısından pek de önemli değil. Olsa olsa politikacılara durumu düzeltme açısından zaman kazandırmış oluyor. Çünkü küresel konjonktürün daralmaya başladığı bir dönemde sizin ekonominizin dış yatırıma ve borçlanmaya ağır bağımlılığı devam ediyorsa, şirketlerinizin bilançolarında döviz borcu yüksekken paranız değer kaybetmeye devam ediyorsa, geçen yılın son çeyreğinde ülkeden fon çıkışı Rusya’yı da geçerek 541 milyon dolar ile sizi en riskli algılanan bir konuma itmişse, herkesten yüksek enfl asyonunuz ile rekabet gücünüz sürekli aşınıyorsa, dış yatırım girişleri asıl ihtiyaç olan imalat sanayiine yönelmiyorsa zaten çok gönüllü olmadığınız köklü reformlara takatiniz de kalmaz, gücünüzü batma tehdidiyle karşı karşıya kalan işletmelerinizi kurtarmaya harcamak zorunda kalırsınız. Son iki yılda doğrudan dış yatırımların bileşiminde öne çıkan orta ve yakın doğu sermayesi de, son Suriye krizindeki gelişmeler sonucunda yön değiştirirse manevra alanınız iyice daralabilir.
İyisi mi dibe vurmayı ve yeni bir krizi beklemeden, öncelikle risk algımızı kötüleştiren faktörlerde kısa ve uzun vadeli düzeltmeyi anlaşılır biçimde hedefl eyecek bir program hazırlayıp açıklayalım. En önemlisi de enerjimizi ve kaynaklarımızı rasyonel kullandığımızı somut bir biçimde ortaya koyacak uygulamalara geçelim. Yoksa iş eninde sonunda kapanan şirketlere, azalan istihdama, düşen ücretlere varır ki sade vatandaşın çekildiği kabuğundaki memnuniyeti de tehlikeye girer.