Düdüklü tencere iyice ısındı basıncı dışarıya ihraç edin!
Ludovic Subran... Euler Hermes’in baş ekonomisti...
Geçenlerde Türkiye’ye geldi. Bir dizi konferans verdi. Euler Hermes Türkiye Genel Müdürü Özlem Özüner bir özel buluşma için davet edince sevindim.
Sevindim çünkü daha önce de sohbet etmiştik Ludovic ile… Aklımda ‘dedikleri çıkan’ bir ekonomist olarak kaldı.
Araya biraz zaman girdi ama iyi de oldu. Bakıyorum da, o günkü sohbette Ludovic’in tespitleri geçerliliğini yitirmemiş, hatta daha da güçlenmiş... Şunu söylüyor bize özetle: “Türkiye’nin düdüklü tenceresi iyice ısınıyor. Zayıf lira ve enflasyonist baskılar hem hane halkı hem şirketler üzerinde baskı kuruyor. Çarpık finansal koşullar mali balonların oluşmasına neden oluyor. Bir önemli tehlike de, cari açığın genişlemesi... Bu, ani bir krizin gerçekleşmesi karşısında savunma gücünü de azaltıyor. Son dönemde hükümet bu tencerenin içine
KGF gibi tatlandırıcı soslar attı. Yani, Türkiye, daralan küresel finansman koşullarında genişleyici etki yapmayı tercih ediyor. Bu ise hem cari açık hem de bütçe açığına birlikte neden olabilir. İkiz açıkla düdüklünün içindeki basınç daha da artar. Yemeğin malzemesini artırabilirsin ama bunu basıncı da artırarak yapmamak lazım. Malzemeyi ekonomiye zarar vermeden artırmak gerekiyor!”
***
Öyleyse, ne yapmak lazım? “Düdüklü tencerenin buharını dışarı atmalı...” diyor Ludovic. ‘Dışarı atmaktan’ da gerçekten dışarıyı, Türkiye sınırlarının dışını kastediyor. Peki, nasıl olacak bu? İki yolla... Birincisi, ihracat! “Türkiye, ihracat ile buharı, aşırı genleşen havayı dışarıya boşaltabilirse cari dengeyi de kontrol eder, tencerenin patlaması önlenir.”
İkincisi, dünya ile daha fazla ortaklık ve işbirliği... “Türk şirketleri hem yurtdışındakilere ortak olmalı, hem yurtdışından ortak almalı. 2018 yılı kredi piyasasını ve finansal riskleri düzelterek, şirketlerin yurtdışında yatırım yapmasına yardım etmek, yeni büyüyen şirketlerin Türkiye’de ortaklıklar kurmasına zemin hazırlamak için mükemmel bir zaman. Güven ve öngörülebilirliğini artırır, Türkiye’de şirketler üzerindeki basıncı azaltır...”
***
“Rusya bile sermaye çekiyor. Ama Türkiye alması gerekeni alamıyor” deyince nedeni sorduk.
“Çünkü Türkiye, inzivaya çekilmiş gibi…” diye yanıtladı, “Riskin fiyatı çok yüksek. Ya doğru olanı yapar piyasa kartını oynarsınız ya da ilave gerekçeler, sıkıntılar yaratır enflasyon sorununu büyütürsünüz. Şu anda bu yanlış yapılıyor. Oysa piyasayı sakinleştirmek lazım. Ama Türkiye şu sıralar bunu pek sevmiyor...” Uyarısına devam ediyor: “Bunları konuşmayı sevmiyorsunuz ama açık söyleyeyim. O noktada değil ama 2001’ deki risklere benzer riskler görüyoruz. Cari açığın seyri ve bankaların uluslararası piyasalardaki borçlanma süreci bize bunu hissettiriyor. Ya büyük iflasların olacağını kabullenmeliyiz ya da basıncı azaltacak, ekonomiyi rahatlatacak başka çareler bulacağız. Bir yerden başlamak lazım. Bu kaybedilmiş bir savaş değil henüz!”
***
Avrupa’yla, Amerika ile yaşanan sorunların da çözümü “ihracat” Ludovic’e göre... “İnatçı Avrupa’nın nasıl by-pass edileceği önemli. Türk ve Avrupalı işadamları arasındaki basınç da büyüyor, uçurum da... Bu da ancak ihracatla çözülür. İşbirliklerinin artmasıyla çözülür...
İyi de, ihracat nasıl artacak? O kadar kolay mı?
“Belki de Türkiye olarak çok fazla finansal sektöre odaklanıyoruz” diyor Ludovic, “Oysa Türkiye’nin kalbi üretimdir. Türkiye kalbine dönmeli. Bu her yolu kullanarak endüstriye keskin bir dönüş anlamına gelir. Daha fazla ihracat için yatırım gerekiyor. Yeni şirketlerin ihracatçı yapılması gerekiyor. KGF yara bandıdır. Kamu harcamaları, yatırımları da, teşvikler de büyümeye uzun süre destek veremez. Cari açık ve finansman Türkiye’nin Aşil topuğu olmaya devam ediyor. Sürdürülebilir büyüme için Türkiye’nin elindeki her şeyi ihracata odaklaması gerekiyor! Bütün gücüyle... Bugün her türlü kurgunuzun odağında ihracat olmalı...”
***
Yoksa?
“Bu kavga sokakta biter! Türk ekonomisinin en güçlü yanı, orta sınıfın güçlü büyümesiydi. Yine büyüyor ama gidişatta bozulma var. Bu piyasayı da bozuyor. İnşaata büyük destekler verildi. Oysa tüketimin tarzı da yapısı da değişti. Ekonomi bu değişikliğe ayak uyduramadıkça zorluk artıyor. Enflasyonun yükselmesine sebep oluyor. Enflasyon baskısı hikayesinin sonu ise güzel olmuyor. Brezilya, Venezuela bunun tipik örneği...” Türkiye’nin aile yapısı ve dayanışma geleneklerinin kavgayı sokağa taşırmayacağı yönündeki kanaatimizi paylaşıyoruz...
“Doğru, Türkiye’nin farklı bir yapısı var” diyor Ludovic, “Krizlere dayanıklı. Ama çok şey değişiyor. Hızlı şehirleşme, çekirdek aile sayısındaki artış nedeniyle kırılganlıklar karşısında geleneksel dayanıklılığı göremeyebiliriz. Enflasyonun yarattığı basınç bugün halkın satın alma gücü üzerinde eskisinden çok daha ağır bir baskı oluşturur.”
***
Global ekonomi için iyimser… “Küresel büyümede yukarı yönlü revizyonlar aşağı yönlü revizyonlardan daha baskın. Bu Türkiye açısından da iyi. Türkiye, hızla büyüyen dünya ekonomisinden faydalanacak...” diyor. Ama bazı risklere de dikkat çekiyor:
“Avrupa, ABD, Çin büyümeyi sürdürecek. Ama merkezdeki toparlanma beraberinde risk de getirecek. Gelişmekte olan ülkeler için işin kötü tarafı finansman koşulları zorlaşacak. Ödemeler gecikecek, vadeler uzayacak. Her iyileşme, riski de beraberinde getirir. Bu süreçte, gelişmekte olan ülkeler birbirinden ayrışacak. Atılan adımların bedeli büyük olacak. Türkiye’nin yeri burada önde olmalı... Şu anda öyle değil!”
Neden?
“Erdoğan’ın ilk yıllarında inanılmaz bir yatırım iştahı vardı. Cazibe çok yüksekti. Türkiye, şu aşamada Avrupa’dan uzaklaştığı ve kendi içine döndüğü bir dönemi yaşıyor. Avrupa da son dönemde Türkiye’ye iyi bakmıyor. Önümüzdeki dönemde istikrarlı bir Avrupa görmek beni şaşırtır.
Şu anda Avrupa-Türkiye ilişkisini NATO tutuyor. Bu bir risk mi? Evet. Ama Türkiye politik risklerin altından her zaman kalkar. Türkiye, Rusya ve Avrupa’nın tarihe dayanan ortak bir diplomasi kültürü var. Bir diyalog kapısı açmalıyız. Türkiye ayrıca Çin’e de yakın durabilir. Ben, Türkiye’nin bu dönemi dışa açılmayı hedefleyerek aşması gerektiği görüşündeyim. İşte Avrupa yeniden ithalat yapıyor. Bu kadar yakınındaki Türkiye neden Avrupa’ya daha fazla ihracat yapmasın?”
"Euro-Dolar paritesi 2019’a kadar 1.20, sonrasında 1.25 bandına doğru hareket eder"
Subran, Euro-Dolar paritesini önümüzdeki dönemde belirleyecek etkenlerin Avrupa ve ABD’deki büyüme ile ECB ve FED’in faiz kararları olacağını belirtiyor. Subran’a göre, ABD ekonomisi 1-1.5 yıl daha büyür. Sonra frene basacak. Trump’ın liderliğinin kalıcı değişikliklere neden olacağı görüşünde. Zira, ABD’de siyasi bir vizyon eksikliği olduğunu düşünüyor. Avrupa ise 2 yıl daha büyüyecek. Avrupa’nın insan odaklı bir ekonomi için ne yapabileceğini iyi değerlendirmesi gerekiyor. Bunun için her türlü kaynağa sahip. Avrupa, yeni merkez hattının nerede kurulacağına karar vermekte zorlanıyor. Almanya; Fransa ve Polonya ile bu hattın oluşmasından yana. Fransa ise Almanya ile birlikte İtalya’yı bu sac ayağının diğer bacakları olarak görüyor. Ludovic’in Euro-Dolar paritesindeki beklentisi 1.18 ve üzeri… Varsayımı; Avrupa Merkez Bankası’nın 2019’dan sonra faiz artırımına başlayacağı, dolayısıyla 2019’a kadar paritenin 1.20 ve sonrasında 1.25 bandına doğru hareket edeceği yönünde… Nedenini sorunca şunları söyledi: “Tabii parite açısından Avrupa ve Amerika’nın hangi hızda büyüyeceği önemli. Ama bana söyler misiniz, kim 350 milyar euro ticaret fazlası veriyor? Tabii ki Avrupa… “
"Sürprizlere karşı toleransımızı artırmalıyız"
Ludovic Subran’ın sunumunun başlığı “Türkiye: Sürprizlerle Dolu!” Peki, bu başlıkla neyi kastediyor? “Aslına bakarsanız ‘sürprizlerle dolu’ ifadesi sürprizlerin artık kalıcılaşmasını ifade ediyor. Ve sadece Türkiye değil, dünya artık sürprizlere alışıyor. Brexit’i kim tahmin edebildi? Ya da Trump’ı? Türkiye’nin bugünkü siyasi koşullarında da ‘sürprizler’ aslında bir ‘norm’ haline geldi. Dünyada da bu böyle. Sadece her ülkenin az çok kendine has bir modeli var. Dolayısıyla, ‘sürprizlerle dolu’ ifadesi aslında genel geçer ve kendine has normları var anlamına geliyor. Bu benim yaşadığım Fransa için de geçerli. Fransa’da devlet destekli kamu yatırım bankasının kurulma kararı hem içte hem dışta sürpriz bir gelişme olarak karşılandı. Fransa her zaman ‘sosyalist’ bir ülkedir denildi. Gelişen olayları ve böylesi sürprizleri hemen negatif olarak değerlendirmeden önce ülkenin kendi tarihsel gerçekliği üzerinden bakabilmeliyiz. Macron’a bakın... Solda mı, sağ da mı? Her ikisi de değil. Ama bazı kronik sorunların üzerine gitmeye başladı. Bugün ülkeler için ekonomik modelleri standart haline getirmek zor. Tüm ülkeler sürprizlerle dolu. Türkiye de bu açıdan dünyadan kopuk değil! Genel geçerliği anlamında sürprizler artacak. Bunlara karşı hemen küresel bakış açısıyla değerlendirme yapmadan önce, yerel kararlara saygı göstermeliyiz. Çünkü ancak yerel bakış açısıyla anlamlı bir değerlendirme yapabiliriz. Önümüzdeki dönemde her düzeyde daha fazla sürpriz yaşayacağız. Sürprizlerle dolu olmaya devam edecek bir dünyada daha fazla avantaj sahibi olmak için sürprizlere karşı toleransımızı artırmalıyız!
Genç ekonomist, ‘hep bir problem yaşanıyor’ dediği 9’la biten yıllarla ilgili kitap yazacak
2019 Türkiye açısından kritik bir yıl. Görüşlerini soruyoruz... “2019 Türkiye için bir kırılma noktası olmayacak” diyor Ludovic Subran, “Oldukça müdahaleci bir politika tarzı var ama yakın geçmişte bu tür süreçler Türkiye’de her zaman ani fren etkilerini beraberinde getirdi. Eninde sonunda zorluk yaşayan şirketler için kollar sıvanıyor. Öncelikler ekonomiye kayıyor. Tabii dikkatli olmak şart...” Devam etti: “Aslına bakarsanız 9 ile biten yıllarla ilgili bir kitap yazmak istiyorum. Bu yıllarda hep bir problem yaşanıyor. 1929 buhranından başlayıp şöyle bir hafızanızı yoklayın. 1939, İkinci Dünya Savaşı’na gidiş.... 1989, 2009... Global kriz... ABD döngüsü de 2019’da bitecek. 2019 sonunda ülkeler arasındaki ayrışma artacak. Ama biz bugüne bakalım. 2017 güzel bir yıl. 2018 biraz daha sıkıntılı belki ama o da öyle olacak. Bu süreyi iyi kullanmak lazım. 2019'da çok daha sıkıntılı bir yıl bekliyor bizi. Bu dünya çapında geleceği konuşulan borç krizi olmayacak. Evet, borçluluk yüksek ama bir döngü de var. Eğer olacaksa 1929’daki gibi değil ama daha hafif bir öncekine benzer bir global kriz olacak.” Sonra farklı bir noktaya dikkat çekti: “Aslında ekonomiden çok olası bir toplumsal krizden söz edilebilir. Böyle bir dönemin eşiğindeyiz. Ekonomik revizyonun sonucu bu. Bütün bu yeni sanayi devrimi, dijitalleşme meseleleri ile eski dünya değişiyor ve yeni bir çağa giriyoruz. Büyük kriz toplumsal kaynaklı olacak. Buna hazırlanmamız lazım. Ekonomimizi de, toplumu da buna hazırlamalıyız. Yoksa borç krizi yönetilebilir bir problem...”