Doğa ekonomisi
“Doğru yönetilmeyen ortak mallar tükenir ve bu durum toplumsal refahı doğrudan etkiler” (Elinor Ostrom)
Bu basit cümle, bugün karşı karşıya kaldığımız ekonomik ve çevresel krizlerin özüne ışık tutuyor. Peki, küresel ekonomi bu uyarıyı yeterince ciddiye alıyor mu? Ortak kaynaklar olarak adlandırılan doğal kaynaklar, yanlış yönetim ve aşırı kullanım yüzünden hızla tükeniyor. Bu durum sadece çevresel değil, ekonomik refahımızı da tehdit ediyor. Nobel ödüllü iktisatçı Ostrom’un bu sözü, aslında karar alıcılara şu soruyu soruyor: Ortak kaynakları ne zaman doğru şekilde yönetmeye başlayacağız?
Ayrılmaz bir ilişki: ekonomi ve doğa
Geleneksel ekonomik anlayış, doğal kaynakları sınırsız birer malzeme deposu gibi görmekten ileri gidemedi. Çağlardan bu yana; ormanlar, su kaynakları, tarım arazileri, hepsi sınırsızmış gibi tüketildi. Oysa bu kaynaklar hem gezegenin hem insanlığın hem de ekonominin temel direkleri... İklim krizinin etkilerini her geçen gün daha fazla hissettiğimiz bir çağdayız.
Doğaya verilen zararların en üst düzeyde olduğu bu çağa, bilim insanları Antroposen çağ diyor. Anlamı en basit haliyle şu: insan kaynaklı çevresel zararların, toplumsal refah üzerindeki etkilerinin en görünür hale geldiği zaman. Bu çağın kritik yanı ise şu: doğal kaynakların yanlış yönetiminin ve tüketiminin olumsuz sonuçlarıyla baş başayız. İşte bu noktada doğa ekonomisi kavramı devreye giriyor.
Doğa ekonomisi, ekosistem hizmetlerini – su, temiz hava, verimli topraklar – ekonomik sistemin içine dahil ederek, kaynakların sürdürülebilir kullanımını hedefleyen bir yaklaşım. Yani, doğayı sadece ekonomik bir kaynak olarak değil, aynı zamanda toplumsal refahın sürdürülebilirliğini sağlayan bir unsur olarak görmemiz gerektiğini savunur. Ancak bu anlayış, ekonomiyi doğadan koparan klasik ekonomik modelle ters düşüyor. İşte burada, Ostrom’un uyarısı tekrar kendini hatırlatıyor: Ortak kaynakları doğru yönetmezsek, toplumsal refahı kaybedeceğiz.
Türkiye ve doğa ekonomisi
Türkiye, doğal zenginlikleri ve biyolojik çeşitliliği ile aslında doğa ekonomisine geçiş için büyük bir potansiyele sahip. Ancak su kaynaklarının hızla tükenmesi, ormansızlaşma ve tarımsal alanların yanlış kullanımı, ülkenin bu potansiyelini tehdit ediyor.
Doğal kaynakları son derece güçlü olan ülkemizde kişi başına düşen yıllık su miktarı 1.519 metreküp. 2030’da bu rakamın 1.120 metreküpe düşeceği öngörülüyor. Su temin sistemlerinde yüzde 50 su kaybı yaşanıyor. Sadece 2021’de orman yangınları sonucu 139.503 hektar orman yok oldu. Bu rakam toplam orman alanımızın yüzde 29,4’üne denk geliyor. Tarım arazilerimiz ise 2022’de yüzde 12’lik kayıpla 23,1 milyon hektara düştü. Bunun 26 milyon dönümü atıl duruyor. Tarım alanlarımızın yüzde 86’sında ise erozyon sorunu var.
Yani bir başka deyişle Türkiye’deki birçok doğal kaynak, toplumun tamamının yararına olabilecek şekilde yönetilemiyor; aksine, kısa vadeli ekonomik kazançlar uğruna feda ediliyor. Bu noktada, doğa ekonomisi yaklaşımı Türkiye için bir teoriden öte bir zorunluluk… Su, toprak ve enerji gibi kaynakların sürdürülebilir yönetimi, sadece çevresel değil, aynı zamanda ekonomik istikrarı da sağlayacaktır.
Kaderimiz ortak kaynakların yönetimine bağlı
Ostrom’un “Doğru yönetilmeyen ortak kaynaklar tükenir” sözü, doğayı ekonomik bir varlık olarak değil, yaşamın sürdürülebilirliği için hayati bir unsur olarak görmemiz gerektiğine dair güçlü bir uyarı aslında. Aynı zamanda gelişmekte olan bir ekonomi olarak, yüzleşmemiz gereken bir gerçeği de gözler önüne seriyor: Neden, ortak kaynaklarımızı doğru şekilde yönetmek yerine onları hızla tüketen bir ekonomik yapıya göz yumuyoruz? Üstelik Türkiye gibi doğal kaynakları güçlü bir ülkenin bu kaynakları sürdürülebilir bir şekilde yönetmemesinin, ekonomik yapıda fazladan gediklere neden olması kaçınılmazken.