Dışarıya güven vermeliyiz, içeriye özgüven
Türkiye ekonomisinin, zaman zaman umutlandığımız halde, bir türlü değiştiremediğimiz kaderi yani kısa vade ve konjonktür tutsaklığı yine olanca ağırlığıyla ufkumuzu kaplamış durumda. Hoş son iki yıldır değişen gündem ve özel yatırımlar, sanayi üretimi ile net dış kaynak girişlerindeki olumsuz gelişmeler bu durumu açıkça gösteriyordu ama son dört ayda Türk Lirası’nın değerinin yüzde 14’ten fazla düşmesi, artık dalgalanma diye geçiştirilecek bir düzeyi çok aşan ve ekonominin yakın gelecekte daha ciddi sorunlarla karşılaşabileceğine işaret eden bir sinyal.
Aslında yılın ilk yarısında dış konjonktürün ( yani ABD faizindeki artışın gecikmesinin) yardımıyla net sermaye girişlerinde oluşan artış dövizi ucuzlatmıştı ama darbe girişimi ve sonrasındaki gelişmelerin yatırımcı algısında yarattığı olumsuz etki , Suriye ve Irak’taki gerginliğin sıcak çatışma ihtimaline dönüşmesi ile birleşince geçici de olsa bu konjonktür fırsatından daha uzun bir süre yararlanmamız mümkün olmadı. Arkasından iç siyasette yükselen gerginlik ve en önemlisi uzun süredir zaten buzdolabında olan AB sürecinin derin dondurucuya aktarılması, hem sermaye girişlerini büyük ölçüde azalttı, hem de tersine sermaye çıkışlarını arttırdı. İçeride talebin canlı tutulması çabaları da döviz talebinin düşmesini engelledi. Sermaye ihracatçısı ülkelerde içe kapanmacı ve milliyetçi politikacıların yükselmesi ve en son Trump’ın ABD’nin başına geçmesi ise faiz yükselişinin daha fazla geciktirilmeyeceğine, yani gelişen ülkelere sermaye akımlarının iyice daralacağına işaret sayılıyor. Cari açığı en yüksek, dolayısıyla en kırılgan ülkelerden biri olduğumuzdan bu, önümüzdeki dönemde düşük olduğundan yakındığımız büyümeyi bile arar hale gelmemize ve durgunluk ile karşılaşmamıza yol açabilir.
Tehlike belli, tedbirler belirsiz
Tablonun bu kadar kısa sürede bu kadar kötüleşmesi, tabii ki, ekonominin dış kaynak girişine aşırı bağımlı bir yapısı olmasından kaynaklanıyor. Öyle ki büyümek bir yana, çarkların dönmesi için bile dış kaynak ihtiyacı var, Dış konjonktürdeki oynaklıklar, bizim göstergelerin altüst olmasına yetiyor. Hele geçtiğimiz Eylül ayında olduğu gibi dış kaynak girişi negatif bakiye verir, yani net sermaye dengesi kaynak çıkışına dönüşürse sanayi üretiminde ve büyümede keskin düşüş, dolayısıyla son çeyrekte ekonomide daralma ortaya çıkabilir. Nitekim reel sektörde sıkıntılar uzun zamandır gündemde ve marjlar küçülüyor. Tahsilatlar aksıyor, yatırımlar erteleniyor.
Uzun süre trend olan “borçlanarak büyüme” artık çok riskli hale geldi, likidite ve özkaynak yeniden ön planda. Ağırlıklı politika önceliği olarak görülen talebin canlandırılması için bireysel borçların yapılandırılmasından sonra ,şimdi de sıra reel sektörün finansman sıkıntısının hafifletilmesi için ticari borçların yapılandırılmasına, yani ötelenmesine gelmiş görünüyor. Özellikle özel kesimin döviz borcunun yüksekliği, yeni İstanbul ya da Anadolu yaklaşımlarını zorunlu hale getirebilir. İşletmeler için diğer bir maliyet unsuru olan vergilerde ise her zaman gündemde olan yapılandırma ihtiyacı, yani ödeme sıkıntısı sonuna geldiğimiz Kasım ayında karşılanmış bulunuyor. Özel kesimin yurt dışındaki varlıklarını ülkeye getirmesini özendirmek için yasalaştırılan Varlık Barışı›ndan da önemli sonuç alabilmek için kamu yönetimi, hukuki güvenceleri netleştirmeye çalışıyor.
Kısaca tehlikeler su yüzünde ve hem oyuncular, hem de idare bunun farkında. Son olarak Cumhurbaşkanı’nın, İslami finans sektörü bağlamında da olsa, ticari işlemlerin altına endekslenmesi için çalışma önermesi de fizibilitesi olan bir sistem değişikliğinden çok, artan risklerle ilgili farkındalığın ve alternatif tedbir arayışının işareti sayılmalı. Gerçekten, ikinci dünya savaşı sonrasında kurulan Bretton Woods sisteminden önce “altın standardı” vardı ve sıkıntılara yol açtığı, sürdürülemez olduğu için vazgeçilmişti. Üstelik biz altın üreticisi de değiliz ve döviz ödeyip ithal etmek zorundayız; yani döviz riskine bir de emtia riski eklenmiş olacak.
Öte yandan ekonomi ile ilgili bakanların ve hatta kısmen Başbakan’ın yatırımcı güvenini ve ülke algısını güçlendirmeye yönelik açıklamaları da dikkat çekiyor. Ekonomi Bakanı Zeybekçi ve Başbakan Yıldırım, küresel yatırımcı açısından başta mülkiyet olmak üzere temel haklar yönünden büyük tedirginlik yaratan OHAL uygulamalarının yakın bir gelecekte kaldırılacağını vurgularken, Başbakan Yardımcısı Şimşek de 2000’li yıllardaki parlak gelişmenin ardındaki temel çıpa olan AB sürecinden kopulmayacağının, bunun Ortadoğulu ve Uzakdoğulu yatırımcıların da gözünde Türkiye’nin değerini düşüreceğinin, AB’nin huzur ve refah referansı olarak bir başarı hikayesi olarak örnek alınması gerektiğinin altını çiziyor.
AB çıpası ve temel amaç
Doğrusu AB konusunda artan gerilim ve sertleşme benim de canımı acıtıyor. Daha dün gibi hatırladığım 17 Aralık 2004 tarihi, Türkiye’ye 50 yıldır gelmiş dış kaynağın fazlasının birkaç yılda aktığı ve içerde de verimlilik artışına reformların eşlik ettiği altın dönemin başlangıcıydı. Şahsen benim de o dönemde başında bulunduğum bir iş dünyası derneği ve üye firmalar ile iktidar ve muhalefet milletvekillerini alarak destek için AB liderler zirvesinin ve görüşmelerin yapıldığı Conrad otelinde üs kurduğumuz o gün ve gecede yaşanan kolektif heyecan ve mutluluğa bir daha tanık olduk mu, emin değilim. Daha sonra Ekim 2005’te Konsey’in kararıyla resmiyet kazanarak başlayan müzakereler, Türkiye’nin yeni keşfedilmiş bir güven ve istikrar adası gibi emsalsiz bir imaj ve müthiş bir yatırım cazibesi kazanmasına, aynı zamanda iktidar partisinin siyasal desteğinin tavan yapmasına yol açmıştı. O zaman da, şimdi de AB yakınsamasında hedefimiz doğrudan mali yardımlar değil, demokratik değerler ve kurumsal altyapı standartları temelinde Türk ekonomisinin dönüşmesi, güçlenmesi ve direnç kazanması idi. Bu bağlamda konjonktürel bir fırsat olarak olumlu işlev görebilecek mülteci sorununun, aksine bir ihtilaf ve kriz kaynağı haline gelmesi üzücü.
Küresel piyasa sistemi, 2008 krizinin artçı şokları yüzünden, bir meşruiyet bunalımı ve toplumsal mağduriyet yarattı ama kitlelerin tepkisi popülist bir öfkenin dışa vurumu olmanın ötesinde bir alternatif üretmiş değil. İşte Trump seçiminden de en mutlu olan kesim, öfkenin baş nedeni olan finans sektörü. Çünkü vergilerin düşürülüp altyapı harcamalarının artacağı ihtimali en çok para piyasalarına yarıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin de popülist retorikle yetinmemesi, cari açığın finansmanında ve büyümede kaliteyi ve sürdürülebilirliği hedeflemesi, asıl enerjisini de dış kaynağa bağımlılığı azaltacak katma değeri yüksek üretim kapasitesi oluşturmaya yöneltmesi, bunun için de herşeyi “devlet baba”dan bekleyen vasat bir özel kesim ve toplum dinamiğini yaratıcı ve verimli hale dönüştürecek ekosistemleri kurgulaması gerek!..