“Dip dalgaları” neden “üst piyasa göstergelerinden” daha önemli?
Mart ayının son haftasına girerken Uludağ’daki ekonomi forumunda Adnan Bali ile Daron Acemoğlu’nun değerlendirmelerini tekrar tekrar okudum. Bali, “Türkiye’nin üst piyasa göstergelerindense dip dalgaları konuşması gerekir” diyordu. Daron Acemoğlu da, ”Makroekonomik politikaları, para politikalarını, kurumları düzeltmekten başka çare yok” diyor ve ekliyordu: “Yüksek ve kaliteli büyümeye odaklanmak gerekir. Türkiye’nin bugüne kadar kredi ve inşaata dayalı, tüketim-odaklı modelle” yaratmak istediği sonuçlara ulaşamayız. Sonra da her zaman yaptığı çağrıyı yineliyordu: “Demokrasiyi olgunlaştırarak nitelikli büyümenin gereği olan yatırım iklimi yaratabiliriz.”
“Beynimizin Parmak İzleri” adlı kitabın yazarı Lisa Feldman Barret’in belirttiği gibi, beynimiz kendisine gelen sinyalleri anlamlandırmak için kavramları kullanır ve bu sinyallerin nereden geldiği, dünyada ne anlamı olduğunu, onlara karşı nasıl davranılması gerektiğine açıklama getirir.
Kavramlar düşüncelerimizin, algılarımızın ve davranışlarımızın temelidir. Ülkemizde “yapısal reform” kavramının içeriği ve bileşenleri üzerinde sıkı bir tartışma yapılmıyor. Yapısal reform kavramına herkes kendine göre anlam yüklüyor; ortaya net bir anlayış çıkmıyor; herkesin kendine göre değer biçtiği bir karmaşa sürüp gidiyor.
Daha önce çok yazdım, ama bugünlerde yinelemekte yarar olduğunu düşündüğüm için bir kez daha paylaşacağım. Kendi adıma, “yapısal reform” dendiğinde: 1. Fiziki varlıkları: Yeraltı zenginliklerimizi, yerüstü zenginliklerimizi, insan kaynağımızı, fiziki sermaye stoklarımızı ve örgütlenme yetkinliklerimizi, 2. Üretim yöntemleri ve ürünleri: Sayısal teknoloji donanımları, otomotiv, silah sistemleri ve benzerlerini, 3. Finansal araçları: Bankacılık, sigortacılık, sermaye piyasasını, 4. Hukuk sistemini: Ticaret hukuku, ceza hukuku, medeni hukuk, vergi hukuku gibi düzenleme ihtiyaçlarını, 5. Sosyal ve kültürel sistemleri: Eğitimde erişebilirlik, sosyal güvenlik, sağlık ve güvenlik konularını, 6. Bilimsel ve teknolojik sistemi: Üniversiteler, araştırma kurumları, enstitüler, patentler ve ticari uygulamaları, 7. Siyasi sistemleri: Seçim sistemleri, siyasi partiler, parlamentonun işleyişi, demokratik ya da otokratik yönetimleri, 8.Sosyal ve sınıfsal oluşumları: Bireysel planda, meslek edinme, anne-babalık, suçluların topluma kazandırılması, danışmanlık programları, özgürlükler, kent planlaması, ortak sorunlar ve siyasi katılım gibi değişkenlerin bütününü dikkate alan, “nitelik büyüme” yaratacak önlemleri anlıyorum.
Tartışma çağrısını önemseyelim
Nitelikli büyümenin gerek şartı, net bilgi, etkin koordinasyon ve odaklanmadır. Dil, net bilgiye erişmenin, kitlesel organizasyon ve koordinasyon etkinliklerin verimini artırmanın aracıdır. Susanne Romaine ’nin tanımı, toplumsal enerjinin değerlendirilmesinde “dil kullanımının” önemini açıklar:
“Dil yalnızca nereden geldiğimizi, neyi benimsediğimiz ve kime ait olduğumuzu bildirmekle kalmaz, ayını zamanda, kendi bireysel, cinsel ve etnik haklarımıza sahip çıkıp yatırım yapmamız, toplumun talepleri arasında yolumuzu bulmamız ve başkalarına ne istediğimizi ve isteğimizi hayata nasıl geçireceğini bildirmemiz gibi konularda taktik ve stratejik olarak kullanılır.”
Dil üzerinde önemli çalışmalar yapan bilim insanları , toplumlarda dil aracılığıyla gerçeklerin karartılabileceğini, yalan söyleneceğini ve aldatılacağını belirtir. Böylesi bir tutumun toplumun bireysel özgürlükleri açısından son derece korkunç sonuçları olabileceğini söyler. Dilin kötüye kullanılmasının hastalıklı toplum belirtisi olduğunu ileri sürer.
Çin uygarlığının kurucularından biri olan Konfuçyüs’a sormuşlar: “Bir ülkeyi yönetmeye çalışsaydınız öncelikleriniz neler olurdu?” Şöyle yanıtlamış:
“Önce kullanılan dili gözden geçirirdim. Dil kusurlu olursa sözcükler düşünceleri iyi anlatamaz. Düşünceler iyi anlatılmayınca, ödevler iyi anlaşılmaz, görevler gerektiği gibi yapılamaz ve sorumluluklar yerine getirilemez. Sorumluluklar aksayınca, kültür ve töre bozulur. Kültür ve töre bozulunca adalet sapar. Adalet yoldan çıkınca, toplum hafızasını yitirir!”
Önümüzü görmek istiyorsak
Toplumun hafızasını yitirmemesi için, düşünce üreten bazı insanlarımız “yapısal reform” dendiği zaman ne anlaşılması gerektiğini, kavramın içeriklerini sıklıkla yazarak farkındalığını artırmak ve önümüzü görmek için çabalıyor. Yazılı ve görsel medyanın büyük bölümü ise “vasatlık talebinin” peşinden sürükleniyor; kavramların bileşenlerini ve bağlamlarını hiç önemsemeden haber ve yorumlara imza atıyor.
Ekonomimizde “kara delikleri” küçültmek, “belirsizlikleri” azaltmak, “nitelikli büyüme” yaratmak ve “refahımızı” artırmak istiyorsak; vasatlık talebinin günlük kavramlarına takla attırarak piyasaya sunmanın hiç bir değeri de yoktur, anlamı da… O zaman Adnan Bali’nin çağrısına katılmak için elimizden geleni yapmalıyız: Üst piyasa göstergeleri kadar, hatta daha fazla dip dalgaları tartışmalıyız… O dip dalgalardan biri, belki de en önemlisi kullandığımız dilin içeriğidir. Toplumun kullandığı dil, geleceğinin aynasıdır. Gündemli ve hedefli tartışmalar yaparsak ortak dil yaratır, sorunları tanımlarken ve çözümleri üretirken “meşruiyet alanını” genişletebiliriz; toplumun enerjisini arkamıza alarak yaratmak istediğimiz sonuçlara ulaşabiliriz.