Devlet korur…
Devletin siyasi bir tercihle sosyal sektörlerden çekilmesinin, denetleme ve düzenleme görevini yine aynı tercihlerle yapmamasının sonuçlarını hayatın her alanında görüyoruz. Sağlıkta, eğitimde, turizmde… Yine de hiçbiri yüzyılın felaketi kadar canımızı acıtmadı.
Neden bu felaketi daha az kayıpla atlatamadık? Neden bugün yeni bir felakete karşı hiçbirimiz kendimizi güvende hissetmiyoruz? Oysa deprem vergileri, giderek güçlenen inşaat sektörümüz ve şirketlerimizin geliştirdiği teknolojiler düşünüldüğünde kendimizi daha güvende hissetmeliydik.
İlk yanlışı şehir planlamasında yaptık. Fay hatlarını dikkate alan, depremin ülkenin gerçeği olduğunun bilinciyle denetim ve düzenlemelerin aksatılmadığı şehirler inşa etmek yerine, sermaye birikimini esas alan bir kentleşme politikası izledik. Bugün bu politikanın daha acımasızına tanıklık ediyoruz.
Depremi bahane ederek, yüksek rant getiren ama çok risk taşımayan yerlerde kentsel dönüşüm bütün hızıyla devam ederken depreme karşı daha kırılgan ama sermaye birikimi açısından cazip olmayan yerler es geçiliyor. Binalar depreme dayanıklılık performansı baz alınarak değil, yatırımın geri dönüşü baz alınarak ayrıştırılıyor. Dolayısıyla toplumsal fayda yerine kişisel kar ön plana çıkıyor.
Dönüşümün temeli Afet Yasası’na dayanıyor
Yukarıda bahsettiğim bütün bu acımasız dönüşümün temeli de Van depreminden sonra hazırlanan Afet Yasası’na dayandırılıyor. Bu yasayla beraber binada yaşayan daire sahiplerinden birinin bile binanın risk tespiti için başvurması yeterli oluyor. Bina çürük çıkarsa da gelebilecek bütün itirazlara karşı binaya yıkım kararı veriliyor.
Bu uygulamanın neresi kötü diye sorabilirsiniz. Söyleyelim. Bu uygulama eşi görülmemiş bir rantı ve eşitsizliği beraberinde getiriyor. Gayrimenkul yatırımlarının cazip olduğu yerlerde inşaat şirketleri eski bir apartman dairesini alarak hem daire sahibi hem de potansiyel yatırımcı oluyor. Daire sahibi sıfatıyla binayı risk analizine sokup yatırımcı sıfatıyla da çürük raporu alınmasını sağlıyorlar.
Sermaye güçlerini de kullanarak Afet Yasası sayesinde hatırı sayılır gelir elde ediyorlar. Oysa yasanın ve uygulayıcıların yapması gereken, potansiyel ranttan bağımsız olarak, en riskli binaların tespit edilip, güçlendirilmesi ya da yıkılıp yeniden yapılması olmalıdır. Yani kentsel dönüşümde öncelik kâr değil risk olmalıdır.
Yukarıda bahsettiğim uygulama sadece İstanbul ya da İzmir gibi şehirlerin içinde bir eşitsizliği arttırmakla kalmıyor, ülkenin bütününe yayılan bir haksızlığı derinleştiriyor.
Depreme karşı sermayenin, dolayısıyla rantın yüksek olduğu yerler korunurken diğer yerlerde vatandaşlar neredeyse kendi kaderine bırakılıyorlar. Mevcut iktidarın yönetim anlayışına temel itirazım da bu: sosyal bir devlet riskin bireyselleşmesine karşı en büyük güvencedir. Barınma, eğitim, sağlık gibi alanlarda devletin vatandaşını piyasa dinamiklerinin yaratacağı olumsuzlukla karşı koruması esastır.
Ben günümüzde mevcut yönetim anlayışının en çok bu alanı boş bıraktığını ve bunu siyasi bir tercih neticesinde yaptığını düşünüyorum. Çok alakasız gelmesin; son açıklanan enflasyon verilerindeki aylık ve yıllık fiyat artışlarında, konut, sağlık ve eğitim gibi kalemlerin başı çekmesinin de bahsettiğim bu siyaset anlayışının bir sonucu olduğunu düşünüyorum.
Sosyal devlet anlayışından uzaklaşıldı
Son olarak, herkesi yüzyılın felaketiyle ilgili unutamadığı bir öfkesi vardır. Benim en büyük öfkelerimden biri hepinizin bildiği bir telekom şirketineydi. Bu şirket, depremden önce felaket anında drone yardımıyla iletişimin devam edeceğini açıklayan bir kampanya yapmıştı.
Tanınmış bir tiyatro sanatçısının sesinden, bir deprem felaketiyle karşılaştığımızda iletişimin devam edeceğinin ve yardım çalışmalarının aksamayacağının müjdesini almıştık. Depremde ise bunun tam bir dolandırıcılık olduğunu gördük. En kötü performans gösteren bu telekom şirketi oldu. Günlerce deprem bölgesinde hizmet veremedi. Sorumsuzluğu birçok insanın hayatını kaybetmesine yol açtı. En kötüsü de ne biliyor musunuz? Bu şirkete bir şey olmadı. Kamuoyu önünde hesap vermedi. Halkı kandırmaktan dolayı ceza almadı ve sorumsuzluğunun bedelini ödemedi.
Yukarıda, mevcut iktidarı sosyal devlet anlayışından uzaklaşarak vatandaşını risklere karşı daha kırılgan hale getirdiği için eleştirmiştim. Bu yönetim anlayışı vatandaşı sadece hayatın getirdiği risklere karşı değil, gözünü rant bürümüş açgözlülere karşı da koruyamıyor. Deprem bölgesinde koruyamıyor, Kartalkaya’da koruyamıyor, yenidoğan ünitesinde koruyamıyor. Güvenlik kelimesini dilinden düşürmediği bir dönemde koruyamıyor.
Not: Geçen hafta tekstil ve hazır giyim sektörünün içinde bulunduğu çıkmazdan nasıl kurtulabileceği ile ilgili çözüm önerilerimi yazacaktım. Gündemimiz deprem olduğu için haftaya kaldı.