Devlet, desteği ağlayana değil, hak edene vermeli
5 Ocak 2016 tarihli DÜNYA Gazetesi'ndeki kısa bir haber, bize yıllar önceki yine bir başka gazete haberini hatırlattı. Bu haberde yörenin iş adamları temsilcileri ihraç edilemeyip elde kalan tonlarca fındığın devlet tarafından satın alınıp askerlere ve öğrencilere dağıtılmasını talep ediyordu. Böylece hem üreticilerin korunacağı ve hem de çocuklarımızın ve askerlerimizin kalori ihtiyacının karşılanmasına katkı sağlanacağı vurgulanıyordu.
Yıllar önceki bu talebin karşılanıp karşılanmadığını bilmiyoruz. 5 Ocak 2016 tarihli yeni haberde benzer bir talebin bu kez yurdumuzun kuzeyinden değil güneyinden geldiğine şahit oluyoruz. Yeni haberin başlığı aynen şöyle: “Elde kalan portakallar TSK ve okullara dağıtılsın.” Haber şöyle devam ediyor: “Antalya Ticaret ve Sanayi Odası (ATSO) Başkanı Davut Çetin, Türkiye ile Rusya arasında yaşanan uçak düşürme krizi nedeniyle üreticinin mağdur olmaması için, elde kalan portakalın Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ile okullarda dağıtılmasını önerdi… ‘Ocak ayından itibaren ürün bollaşacak. Dolayısıyla önümüzdeki aydan itibaren mutlaka alternatif pazarların ve yolların bulunması gerekiyor’ dedi… Hükümetin, ihracatçının zararının karşılanacağını açıkladığını ve ihracat desteklerinin artmasının da söz konusu olduğunu ifade eden Çetin, önlemlerin geliştirilmesi gerektiğini kaydetti… Avrupa ülkelerinin de kamu alımlarıyla üreticinin zararını azalttığına dikkat çeken Çetin, ‘Okullarda, kamu yemekhanelerinde, TSK’da günde 5 bin ton portakal tüketilebilir. Taze portakal suyu dağıtılsa hem asker ve öğrencilerimiz C vitamini alır, hem de bu sektöre büyük destek olunur. Türkiye ayrıca ticaret ofisleri ve müşavirlikleri aracılığıyla büyük bir uluslararası pazarlama ve tanıtım kampanyaları başlatmalı’ diyerek konuşmasını sürdürdü.”
Haberde Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı, “Hükümetin ihracatçılarının zararlarının karşılanacağını” ifade ederken, Antalya’daki ticaret ve sanayi erbabının temsilcisi olarak, hep üreticilerin mağdur olmamasını”, “devletin üreticileri desteklemesi gereğini” vurguluyor. “Üretici” kavramını ön plana çıkararak talebinin sosyal ağırlığını ön plana çıkarmaya çalışıyor. Buna karşılık haber metninde, daha isabetli olarak, “Hükümetin, ihracatçının zararının karşılanacağını açıkladığı” ifadesi yer alıyor. Doğrusu da bu olsa gerek. Zira bildiğimiz kadarıyla tüccar üreticinin narenciye ürününün büyük kısmını, bedeli ileride ödenmek üzere Kasım sonuna kadar satın alıyor. Rusya krizinin 24 Kasım'da gerçekleştiği göz önüne alınırsa, doğrudan mağdur olanın üretici değil, ihracatçısı ve iç piyasacısı ile tüccar olduğu kabul edilecektir. Tabii tüccar satın aldığı narenciye bahçesinin bedelini üreticiye ödeyebilirse. Yoksa mağduriyet üreticiyi de kapsayacaktır.
Habere göre Oda Başkanı devletin hem ihraç edilemeyen portakalları satın alıp okullara ve kışlalara dağıtarak öğrenci ver askerlerimizin C vitamini ihtiyacının karşılanmasını sağlamalı; hem de “ticaret ofisleri ve müşavirlikler aracılığıyla büyük bir uluslararası pazarlama ve tanıtım kampanyaları başlatmalı” talebinde bulunuyor. Kısaca devletimizin tüccarlarımızı pazarlama gibi bir işlevden kurtarması isteniyor. Hem de “talebin musluğa ve arzın Niagara Şelalesine” dönüştüğü, dolayısıyla rekabetin çok yoğunlaştığı ve pazarlama işlevinin çok büyük önem kazandığı bilgi toplumunun global rekabet ortamında.
İş dünyasının devleti her sıkıştığında yardıma çağırması bu kadar kolay olmamalı. Belirli bir toplum kesimine sağlanan devlet yardımının eninde sonunda topluma yüklenen bir külfet olduğu gerçeği unutulmamalı. Hatta “devlet desteği” yerine “toplum desteği” kavramı kullanılarak bu gerçek açıkça ortaya konmalı. Bu destek sosyal açıdan hak ve adalet ilkelerine uygun olmalı. Devlet desteklerinin zengini fakiri, işçisi memuru, işvereni serbest meslek erbabı ile tüm toplumun ödediği vergilerle, veya sonuçta tüm toplumun vergilendirilmesi demek olan enflasyonla veya yine sonuçta toplumun ileride ödeyeceği devlet borçlanması ile finanse edildiği gerçeği apaçık olarak ortaya konmalı; toplum bu konuda bilgilendirilmeli.
Bu gerçeğin ayırdına er geç varılıyor. Toplum bunun bedelini er geç ödüyor. Ama bazen bu bedel çok yüksek ve trajik boyutlara ulaşabiliyor. Örneğin, Hitler’in yükselişinde 1920’li yılların ilk yarısında savaş sonrası Almanya’nın yaşadığı enflasyon ortamının önemli payı olduğu hep söylenir. Ben şahsen Almanya’daki bir müzede üzerinde 80 milyar mark yazılı bir kağıt parayı gördüğümde bu gerçeğe kendi gözlerimle şahit olmuştum. Öyle bir enflasyon ki 1923 Ağustosuna kadar yüzde 7 bin 500 seviyesine kadar çıkan enflasyon 3 ay sonra Ekim ayında yüzde 30 bine çıkmıştı. Bir mektubun postalama ücreti 1 Ekim 1922 tarihinde 1 mark iken, 6 ay sonra Nisan 1923’te 29 Mark’a, Temmuz 1923’te 60 Mark’a, Ekim 1923’te 400 bin marka ve hemen 1 ay sonra, Kasım 1923’te 16 milyar marka kadar tırmanmıştı. Yani artık mark bir para birimi olmaktan çıkıp bir kağıt parçasına dönüşmüştü. Üzerinde 80 milyar mark yazan kağıt parayla sadece 5 mektup pulu satın alınabiliyordu.
Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, emek karşılığı külfete katlanarak nimet elde etmek, külfetsiz nimet elde etmek akıllı olmanın veya cinliğin bir göstergesi olarak kabul ediliyor. Bunun etkili yollarının başında da ağlamak geliyor. “Ağlamayana meme vermezler” atasözümüz bu gerçeği anlamlı bir şekilde dile getiriyor. İnsanlar gülmekten, mutlu görünmekten adeta çekiniyor. Rahmetli Çetin Altan bir yazısında “Türk insanının gülmekten kaçındığını, zira gülüp mutlu görünürse kendisinden borç isteneceğinden korktuğunu yazmıştı. Dışından birşeyler elde etmenin yolu çokça ağlamaktan geçiyor. Ağlayıp bir şeyler elde edilebilecek en kolay muhatap da devlet kabul ediliyor. Zira devlet Firedman Matrisi’nin “başkasının parasını başkası için harcayanlar” hücresinde yer aldığı için bu tür isteklere çokça fazla direnç göstermiyor. Hele bir de dümenin başında olanlar gelecek nesilleri değil de gelecek seçimi düşünürlerse devletin bu taleplere boyun eğmesi daha kolay oluyor. Devletin desteği ya ihtiyaç sahibi olanlara yönelik sosyal yardım niteliğinde olmalı ya da ekonomik amaçlı destek ise, uzun vadeli kredi gibi gelecekte daha büyük değerlerde geri dönebilecek nitelikte olmalı. Altyapı, eğitim ve hukuk reformu, Ar-Ge ve bilgi üretimi, rekabetçi ve girişimci bir ekosistemin yaratılması gibi birçok konuya yönelik devlet desteklerinin fazlasıyla değil katlarıyla bile geri dönebileceği gerçeği unutulmamalı. Yeter ki destek her ağlayana değil, hak edene ve gerçekten ihtiyaç içinde olana verilsin.