Devir gerçekten de gelişmekte olan ülkelerin devri mi?

Tuğrul BELLİ
Tuğrul BELLİ GÜNDEM [email protected]

Başbakan Yardımcısı Sn. Babacan G20 zirvesinin ardından yaptığı basın toplantısında dikkatleri (Türkiye’nin de içinde bulunduğu) gelişmekte olan ülkelere çekmiş ve bu ülkelerin gelişmiş olan ülkelere oranla daha yüksek büyüme sergileyeceğini, ancak bu çerçevede pek çok risk alanları da olduğunu ve herhangi bir şekilde rahatlık tuzağına düşmememiz gerektiğini söylemiş. Doğru bir tespit. Çin’i ve artık hâlâ gelişmekte olan ülke kategorisinde addedilmesi son derece abes olan Güney Kore’yi bir kenara bırakalım. Biz de dahil olmak üzere diğerleri için ise kalkınmaya ve gelişmiş ülkelere yakınsamaya giden yol hiç de göründüğü kadar sorunsuz değil.

Öncelikle son 10 yılda, çoğu gelişmekte olan ülkenin başta petrol ve doğalgaz olmak üzere anormal şişmiş olan emtia fiyatları üzerinden bir büyüme dalgası yakaladığı gerçeğini görmemezlik edemeyiz. Türkiye’nin de dahil olduğu bir diğer grubun ise gerek 2008 krizi sonrasındaki küresel likidite bolluğu, gerekse de emtia zengini ülkelerle yapılan düşük katma değerli ticaretle kendilerini ayakta tuttuğu da bir başka gerçek.

Bundan da öte, gelişmekte olan ülkelerin kalkınmasında ciddi yapısal engeller de söz konusu. Bu bağlamda, Dani Rodrik, 1.5 sene kadar önce ‘project syndicate’ platformunda ele aldığı ve benim de bu sütunlarda o zamanlarda gündeme getirdiğim bir tezini bilimsel bir makale haline getirip geçtiğimiz hafta yayınladı. Makalenin başlığı: Erken (prematüre) Sanayisizleşme.

Rodrik önce bugünün gelişmekte olan ülkelerinin gelişmiş ülkelere nazaran çok daha erken bir evrede ve düşük bir düzeyde imalat sanayi üretiminde ve de istihdamında tepe noktasına ulaştıklarını ve oradan da düşüşe geçtiklerini tespit etmiş. Daha önce gelişmiş ülkelerde yaşanan imalat sanayi istihdamındaki azalma son derece açıklanabilir bir olgu. Sürekli gelişim gösteren teknoloji sayesinde imalat sanayinin katma değeri artmakla birlikte, bir birim üretim için ihtiyaç duyulan işçi sayısı azalmakta. Buna bir de düşük vasıftaki işçiliğin Çin gibi ülkelere ihraç edilmesi de eklenince, gelişmiş ülkelerde imalat sanayinin milli gelir içindeki katma değeri fazla değişmezken istihdamının azalması gayet mantıklı. 

Ancak, aynı açıklama gelişmekte olanlar için geçerli değil. Rodrik küreselleşmeyi ve ticaretin serbestleşmesini bu durumun başlıca müsebbibi olarak görmekte. Gelişmekte olan ülkeler dış ticarete açıldıkça, karşılaştırmalı avantajı olmayanlar nette imalat ürünleri ithalatçısı olmaya başladılar. İthal edilen ürünlerin birim fiyatlarının reel bazda gittikçe düşmesi de bu ülkelerde istihdamın da ticarete konu olmayan (non-tradeables) sektörlerde kalmasına yol açtı. Böylece bu ülkelerde sadece imalatın milli gelir içindeki payı değil imalat sanayi istihdamının toplam istihdam içindeki payı da hızla azalmakta.

Biz de kendi kendimizi kandırmayalım, gelişmekte olan ülkelerde görülen bu olgudan muaf değiliz. Türkiye tüm küreselleşme çabalarına karşın son senelerde doğru dürüst prodüktif bir imalat sanayi yatırımı çekemedi. Çekemediği gibi, var olan sanayi de gittikçe istimini ve milli gelir içindeki payını kaybetmeye başladı. Bugün Türkiye’nin imalat sanayisinin milli gelir içindeki payı yüzde 15 gibi son derece düşük bir seviyeye gerilemiş vaziyette. 

Rodrik yazısının sonuç bölümünde son dönemlerde demokratik standartlarda görülen küresel gerilemenin bir nedeninin de bu ‘prematüre sanayisizleşme’ olgusu olabileceğinden bahsediyor. Gelişmiş ülkelerde demokratik hakların elde edilmesinin, toplumsal bir mutabakatla perçinlenmesinin ve nihayetinde bir ‘orta sınıf’ın ortaya çıkmasının arkasında, endüstrileşmenin tepe noktalarında büyük bir hacme ve toplumsal güce ulaşmış olan işçi sınıfının kapitalist sınıf karşısında organize bir biçimde hareket etmiş olmasının önemli bir payı var. Bugünün gelişmekte olan ülkelerindeyse işçi sınıfının hiçbir ağırlığı ve gücü yok. Aksine, bu ülkelerde üretimin giderek kayıt-dışılığa, dağınık yapıdaki küçük işletmelere ve değersiz hizmetlere kaymış olması, çalışan kesimlerin ortak bir faydada birleşmesini engellediği gibi, bireysel veya etnik bazda aidiyetlerin ön plana çıkmasına yol açıyor. Bu şartlar altında ise toplumu yönetenler popülizm ve patronajın hakim olduğu bir çeşit böl-ve-yönet politikası uygulamayı tercih edebiliyorlar. Haliyle de siyasal kurumlar kırılgan ve kişisellik arz eden bir yapıya bürünüyor.
 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Dar bir koridor! 10 Ekim 2019
IMF 4. Madde bildirisi 26 Eylül 2019