Detektiflik merakını kamçılayan bir sergi
Yaşadığım eski kentin çevresi, 19.5 kilometre uzanan surlarla çevrilmişti. 400 civarında kulesi, askeri ve sivil geçişlerin sağlandığı 45 de kapısı vardı.
Karada, denizde ve Altınboynuz’da uzanıyordu bu surlar. Kara surlarının başladığı noktadaki ilk kapı, Birinci Kapı diye adlandırılıyordu. İmparatorların girdikleri kapı, Altın Kapı’ydı, sonra Yedikule Kapısı, Belgrad Kapısı, Silivrikapı, Mevlevihane Kapısı, Topkapı, Sulukule Kapısı, Edirnekapı ve Eğrikapı geliyordu.
Fatih’te doğduğum, çocukluğumu, ilkgençliğimi bu semtte yaşadığım için surlar da hayatımın bir parçasıydı. Edirnekapı, Eğrikapı yürüme mesafesindeydi. Oralarda dolaşır, onların görkemli günlerini hayal eder, kimi zaman da sahile inip Yenikapı’dan Kocamustafa Paşa’ya kadar yürüyerek denizden seyrederdim kentin yaşlı koruyucularını…
Çoğu yıkık döküktüler, ama bir zamanlar ne kadar heybetli olduklarını hissetmemek mümkün değildi. Yazmaya meraklı birisinin hayal kuracağı, detektiflik keyfini yaşayacağı kadar da gizemliydiler…
Yazma merakı, tabii ki okumanın sonucuydu. Okuma uğraşı ise sur hayallerimi bilgiye dönüştürecekti:
5. yüzyılda İmparator II. Theodosios döneminde inşa edilmişlerdi. Yani, 15 yüzyıldır (bugün 16) ayaktaydılar.
Kapılar ise başlı başına bir konuydu, çünkü hepsinin kendine ait bir, bazen birkaç hikâyesi vardı. Örneğin, şehir Topkapı’dan fethedilmişti, Sulukule Kapısı’nın altından su geçiyordu, Eğrikapı’nın öyküsü ise birden fazlaydı…
Bir perşembe sabahı, Odak yazısını kaleme almak için oturduğumda bana bunları düşündürten, Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’nin (ANAMED) İstanbul’un kültürel mirasına dikkat çeken yeni sergisi oldu:
“ÇEPERDE, İstanbul Kara Suları.”
UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan ve Theodosios Surları olarak da adlandırılan surlar inceleniyordu bu sergide, onların ve çevrelerindeki gündelik kent yaşamının yazılı ve görsel belgelerdeki izleri aranıyor, farklı tarihi dönemleri anlatılıyordu.
Sergi, surların kentin su sistemi ve yeşil alanlarıyla ilişkisine, bütünleşmiş ruhani ve dinsel hafızaya, çevresinde yaşamış insanların hikâyelerine ve onları ziyaret etmiş kentlilerle gezginlerin anılarına tanıklık ediyordu.
Kara surları ve günlük hayattaki yansımalarının tartışmaya açılması hedefleniyordu. Sergi için özel olarak hazırlanan 1/500 ölçekli, 13 metre uzunluğundaki maketle ziyaretçilere İstanbul’u çevreleyen kara surlarının ölçeğini, konumunu ve çevresiyle olan ilişkisini gözlemleme fırsatı sunuluyordu.
Sergi kapsamında, günümüzde surlar ve çevresinde hâlâ izi olan olay ve durumlardan konum bilgisi tespit edilenler maket ve harita üzerinde işaretlenmiş olarak anlatılıyordu. Seyyahların anı defterlerinden, anıtlar üzerine hazırlanmış bilimsel raporlara, tarihi fotoğraflardan, edebi eserlerde yer alan surlarla ilgili metinlere pek çok kaynaktan anıtsal ve sosyal değerleri aktarılıyordu.
Sergide 1453’ten beri savaşlara sahne olmamış bir savunma yapısının kent yaşamı içindeki varoluşu incelenirken verilerin doğrusunu aramaktan çok, anıların, bakışaçılarının ve temsillerin çoğulluğunu göstermek amaçlanıyordu.
Ve bütün bunlar, benim bu sergiyi defalarca gezmem, bilgi dağarcığımı genişletmem; hatta o senelerde başladığım bir - iki öykücüğe yeniden dönmem için yeterliydi.
Küratörlüğünü Anadolu Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü öğretim üyesi Figen Kıvılcım Çorakbaş'ın, tasarımını ise Yeşim Demir Proehl'in yaptığı sergi, Koç Üniversitesi’nin Beyoğlu’nda bulunan Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’nde (ANAMED) 2 Ocak’a kadar sürüyor; vakit var, nasılsa gezerim, demeyin. Hemen bugün bir Beyoğlu cevelanına çıkıp sergiye gidin. Dönüşte, Beyoğlu’nun kültür sanat hayatına kitabın kokusunu ve renklerini katan 10. Beyoğlu Sahaf Festivali’ni ziyaret etmeyi de ihmal etmeyin. Surlarla ilgili ilginç kitaplar, kartpostallar, gravürler bile bulabilirsiniz, kimbilir?!