Ders almama inadı

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com


 

Bazen merak etmiyor değilim, yazılarımızda dönüp dolaşıp aynı noktalara dikkat çekmek zorunda kalışımız okuyanda bıkkınlık yaratıyor mudur diye. . . Ama ülkenin gündeminin belirli aralıklarla kırık plak gibi ve aynı içerikle tekrarlandığını, üstelik bunun doğal karşılandığını ve sorgulanmadığını, zaten pek çok yorum ve haberde adını koymadan yıllar içinde aynı tekrara düşülmekte olduğunu görünce kaygılanmaya gerek olmadığını anlıyorum. Sorun şu ki, deneyimlerimizden ders alma ve hatalardan kaçınma konusundaki zaafımızı pek gideremediğimiz, hatta daha doğrusu bunu pek umursamadığımız ortaya çıkıyor. Doğrusu uzun tarihsel süreçler sonunda şekillenen alışkanlıkların ve kültürel özelliklerin tümüyle değişmesini ve nakilcilik ve itaat gibi geleneksel zihin kodlarının yerini sorumluluk ve hesap verme bilincine ya da bireysel yaratıcılığa dayalı girişim yeteneğine bırakmasını beklemenin gerçekçi olmayacağı açık.

Yine de insan, hiç değilse toplumsal düzeyde liderlik örnekleri sergilemek ve dönüşüm projeleri oluşturmak için yeterli kadrolara, ayrıca uzun sayılacak bir demokrasi ve piyasa ekonomisi deneyimine sahip olduğumuza bakarak daha iyisini yapabileceğimizi düşünmekten kendini alamıyor.

Perşembenin gelişi belliydi

Biliyorsunuz, küresel kriz en büyük ekonomi olan ABD'de başlayıp ikinci büyük ekonomik güç olan Avrupa Birliği'ne sıçradığında başlangıçta sanıldığının aksine büyüme iştahı yüksek ve çıkıştaki ekonomiler için paniğe gerek olmadığı, batılı ülkelerin krizi aşmak için açtıkları para musluklarının yarattığı likidite bolluğunun yükselen ülkelere yönelen sermaye akımlarını kriz öncesindekini bile aşacak ölçüde arttırdığı kısa sürede ortaya çıkmıştı. Bu durum, söz konusu ülkelerde büyüme hızlarını zirve noktalara taşıyan bir performansa imkan sağlamıştı. Ancak yine erkenden belli olan iki husus daha vardı: Birincisi batı ülkelerindeki parasal genişleme ilanihaye devam etmeyecek ve krizden çıkış tüneline girildiğinde gelişmiş ülkeler para politikalarını değiştirecekti. İkincisi zamana kadar sürecek para bolluğu, yükselen ülke ekonomilerini tehdit edecek ölçüde risk birikimine yol açacaktı. Özellikle bizim gibi dış ticaret ve ödemeler dengesi açığıolanlarda kırılganlık ve risk faktörleri çok fazlaydı. Üstelik Türkiye, sanayi yapısı ve ithalat bağımlılığı nedeniyle bu açıkların kronikleştiği bir ekonomi. Bu nedenle beş yıl gibi oldukça uzun süren bu dönemde stratejik ve hızlandırılmış bir reform hamlesine ihtiyacımız olduğunu, ekonominin esnekliğini ve direncini arttıramaz ve üretimdeki katma değeri artıramazsak yüksek büyüme sevdasından vazgeçmek zorunda kalacağımızı sürekli vurguladık.

Nitekim şimdi daha FED politikalarında genişlemenin yavaşlatılmasının öncü sinyalleriyle birlikte yükselen ülkelerde makro göstergelerde keskin dalgalanmalar ortaya çıkarken bu ülke ekonomileri ile ilgili uluslararası risk değerlendirmeleri de çoğalıyor. Bu bağlamda son olarak oluşturulan "sermaye durgunluk endeksi"nde en riskli, yani sermaye akışının öncelikle çekileceği olarak Türkiye gösteriliyor. Sonucu belirleyen endeks faktörleri de finansal dışa açıklık, cari açık, dolar kuru, kısa vadeli dış borç ve özel sektör dış kredileri. Ayrıca döviz rezervleri ve faizdeki tavan politikasının da ekonomimizin kırılganlığını artırdığı düşünülüyor.

Özel kesim liderliğe talip değil

Aslında, daha önce de belirttiğim gibi, Türkiye'de eylemler söylemler kadar iddialı olmadığından, sürdürülebilir büyüme ve reformlar konusundaki ağır aksak performans toplumun çoğu kesiminin beklentilerine ters düşmüyor da olabilir. Bu konuda en aktif ve istekli görünen oyuncunun, çeşitli siyasi hesapların ve seçim konjonktürünün olumsuz etkilerine rağmen hükümet olması bu doğrultuda bir belirti. Bu konuda talebini yükseltmesi ve liderlik üstlenmesi beklenen özel sektörün sessizliği ve edilgenliği de toplumsal dinamiklerin yetersizliğinin ve zihniyet kodlarının farklı bir yansıması. Özel kesimin üst düzey temsilcisi oda ve derneklerin ekonomik politikalarla ilgili açıklamaları ihracatta rekabet yeteneği için yüksek kur ya da kredilerde düşük faiz gibi, sonradan doğruluğundan kendilerinin de emin olmadığı avantaj taleplerinden ibaret.

Oysa ihracatın birinci şartının üretim maliyeti ve kalite olduğu, kredilerde düşük faizin ise kredinin nereye (üretim mi, ithalat mı) harcandığı ile birlikte değerlendirilmesi gerektiği açık. Kısaca Türkiye'nin mevcut yapısı ile büyüme performansının hassas ve bıçak sırtı bir dengede olacağı, yüksek büyümenin cari açığı da büyüttüğü için mutlaka sonraki yıllarda düşük büyüme ile telafi edilmesi gerektiği artık herkesin bildiği bir şey. Büyümeler iç talep ve ithalat çekişli olduğu için risk biriktiriyor ve kırılganlığı artırıyor. Hal böyle iken geçen hafta açıklanan ikinci çeyrek büyüme rakamının beklenenin üstünde (fakat tabii ki özlenen potansiyelin altında) olması, öylesine bir coşku ile karşılandı ki içerikten habersiz biri beklenmedik ve mucizevi bir başarı yakalandığını düşünebilir.

Güven sendromu

Yöneticisinden sokaktaki vatandaşa kadar sisteme ve kurumlara güvenmeyişimiz sorunlara yaklaşım ve değerlendirmede farklı tutumlar sergilememize yol açıyor. Yabancı havaalanlarında gruplar halindeki çağrı düzenine kulak asmayan ve giriş kapısı önünde yığılan yolcuların Türkler olmasını da kapıdaki görevliler, kurallara ve düzene güven duymayışımızla açıklıyorlar.

Yine bu kurumsal ve kültürel altyapı zaaflarımız ve güven eksikliğimiz değil midir ki akla gelmeyecek alanlarda bile bizi kahraman yaratma refleksine zorluyor. Böylece çözümleri ihale edip aklımızca sorumluluktan kurtuluyoruz.

 

 

 

 

 

 

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019