Değişimin yönetimi ve 25 yıl öncesinin saptamaları:5
"Değişimin yönetimi" konusunda şimdi daha çok düşünmeliyiz
Geçmişe aşırı değer yüklemenin zihnin yaratıcılığına engel koyabileceğini sık yazanlardanım. O halde beş yazıda 25 yıl önce yayınlanmış bir rapora neden yer ayırdım?
Prof. Dr. Michio Kaku, "Hafızaların bile yedekleneceği bir döneme geçilecek. Hatırlama daha az önemli olacak" uyarısını yapsa da "hatırlama kültürünün önemini koruduğu" bir aşamada olduğumuzu düşünüyorum.
Çeyrek yüzyıl önce yayınlanan rapor, bugün gündemde olan birçok konunun çok önceleri tartışılmaya başlandığını gösteriyor. Bayram Ali Eşiyok' un çalışmalarından öğreniyoruz ki, patent başvurusunda dünyada yüzde 2.4, Ar-Ge/GSYİH oranında yüzde 0.9, ileri teknolojinin ihracat içinde ise yüzde 1.9'lık paya sahibiz. Özellikle ileri teknolojinin ihracat içindeki payı yüzde 17 ortalamaya sahipken, biz yüzde 1.9'dayız.Çin'in payı yüzde 27, Hindistan'ın payı yüzde 8.1, Güney Kore'nin payı yüzde 27.1, Meksika'nın payı ise yüzde 15.9. Bu durum, raporda tartışılan konuların içselleştirilmediği, toplumsallaştırılamadığı ve değer üretimine dönüştürülemediğinin göstergesi.
Bir şeyler yapmalıyız. Yapacağımız ilk iş, ülkemizde tam bir kasaba kurnazlığına dayanan, sadece olumlu yanlarımızı abartarak gösteren, eksik ve yanlışları sürekli saklamaya çalışan ilkesiz gizlilikten arınıp, başarılarımız kadar başarısız yanlarımızla yüzleşebilmektir.
Aktardığımız rapor Şişecam'da uzun vadeli plan kapsamında tartışılmıştır. Çok sayıda şirketin benzeri raporlara sahip olduğuna kuşku yok. Bu toplum, şirketler tarafından geçmişte yapılan değerlendirmelerin zaman zaman açık ortamlarda tartışma özgüvenine erişirse hızla dönüşecektir; açıklarını kapatacaktır. İlkesiz gizlilik ardına saklanmayı sürdürürsek, bugünkünden farklı sonuçlar yaratılamaz.
Raporun tümünü sizlerle paylaşmak isterdim. Zaman zaman özetleyerek de olsa ulaşılan bazı sonuçları paylaşacağım. Şimdilik, eğilimlerle ilgili bölümü paylaşmakla yetinelim.
•••
Endüstri-devlet ilişkilerinde yeni yapıların oluşması: Ekonomik ve teknolojik gelişme dinamiklerinin yarattığı eğilimler, endüstri-devlet ilişkilerinde de geçmiş dönemlerden farklı bir anlayış ve uygulama yaratmıştır.
Endüstri-devlet ilişkilerinde gözlenen temel eğilim, devletin endüstrideki rolünün küçülmesidir. Ancak, devletler nicelik olarak ekonomideki paylarını azaltırken, nitelik olarak artırmaktadır.
İdeolojik söylemde "piyasa ekonomisi" anlayışı altın çağını yaşamaktadır. Teknik anlamda durum aynı ihtişamda değildir.
Bir ekonomide firmalar yaygın biçimde kendi ayakları üzerinde duracak güçte değilse, orada kolektif güç, ortak karar verme, yani devletin işe karışması kaçınılmaz olmaktadır.
Örneğin, Japonya'nın gelişmesinde içte çok ciddi rekabet, dışta ise "ulusal yararı artırıcı kontrol" bugün hâlâ geçerlidir. METE'nin yönlendiriciliğindeki ağırlık, bu ülkeye ilişkin bütün kaynaklarda önemle vurgulanmaktadır.
ABD ekonomisinde uluslararası planda başarısızlık söz konusu olduğunda, ülkenin önde gelen endüstrilerinin yöneticileri, devletin korumacılığını istemekte hiç tereddüt etmemiştir. Nitekim, bu ülkede "ileri teknoloji" yarışında, kamunun yönlendiriciliği önemli boyutlara ulaşmıştır.
Sonuç olarak, ulusal güç, verimlilik ve rekabet gücünün bir bileşenidir.
O nedenle, endüstri-devlet arasında tutarlı işbirliği, ulusal güç yaratmanın bir aracı olarak değerlendirilmelidir.
Gelişmekte olan ülkelerde, endüstrilerin giderek yoğunlaşan rekabet ortamında, teknolojiye egemen olan ülkeler karşısında ciddi dezavantajları olduğu ortadadır. Bu nedenle, endüstri-devlet arasındaki ilişkilerin çok daha ciddi boyutlarda ele alınması gerekir.
Başarısını kanıtlamış gelişmekte olan ülkeler, örneğin, Güney Kore gibi endüstri devlet arası ilişkileri iyi düzenlemiş olanın yararını görmüşlerdir.
Ancak, ideolojik bakıştan çok teknik gereksinimlerin ortaya çıkardığı endüstri devlet ilişkilerinin uyumu ten yönlü değildir. Özel kesim, sadece talep eden, edilgen karakterde olmamalıdır. Başta düşünce planında olmak üzere, sonunda kaynak yaratmaya kadar uzman, bütünsel bir işbirliğinde etken olmayı da içine sindirmelidir.
Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Bilim ve teknoloji tabanı değişmiştir. Üretim örgütlenmesi değişmiştir. Tüketim anlayışı değişmektedir. Hizmet sektörünün önemi artmaktadır. Gümrüklere tabi olmayan ticaretin hacmi artmaktadır. Bütün bu gelişmeler "ulusal yarar" ile " üretimin rekabet gücü" arasındaki ilişkiye güçlendirmiştir. Bu anlamda ilişkiler de yeni bir yapıya kavuşmaktadır. Endüstri devlet ilişkileri bu yapı içinde yeniden biçimlenmektedir.
Devletlerarası ilişkiler: Üretimde mikro düzeydeki değişmeler, makro düzeyde endüstri devlet ilişkilerini değiştirdiği gibi, uluslararası ilişkileri de değiştirmektedir.
Sovyetler Birliği'nde yaşanan değişmeyi 1986'da değerlendiren plan metnimizde şu ifade yer almaktadır:" Bu ülkedeki değişim süreci, bugünkü yönetimin subjektif tercihinden kaynaklanan bir olgu değildir. Teknolojinin önünün açılmasının yarattığı objektif taleplerin Sovyet halkının genel eğilimine yansıması nedeniyle, nesnel bir sonuçtur."
Söz konusu gözlem bugün de geçerliliğini korumaktadır.
Devletlerarası ilişkilerde temel eğilimleri birkaç ana başlık altında toparlayabiliriz: (Eğilimlerle ilgili bölümün izleyen bölümünü özetleyerek aktarıyoruz):
•Soğuk Savaş koşulları değişmiştir.
•ABD ekonomisindeki nispi gerilemesinin farkındadır.
•Diğere ülkeler, ana ülkelerin çekim alanındadır.
•Ortadoğu Lübnan'da barışı koruyabilirse ticaret dengeleri değişebilir.
Şirketlerin gündemindeki konu, değişimin yönetimi:
•Şirketlerin gündemindeki temel konu değişimin yönetimidir.
•Şirket yöneticilerinin zihinsel pusulaya ihtiyaçları vardır.
•Değişme çağımızın temel karakteridir; "hızlı", "çarpıcı", "dramatik" ve "olağanüstü" diye nitelenmektedir.
•Ön hazırlık yapmayan şirketler panik ve kaos ortamına yuvarlanır.
•İnsan gücü ve sermaye kaynaklarının yönetimi öne çıkmaktadır.
•Karar mekanizmalarının etkinleşmesi gerekmektedir.
•Değişmenin yıkıcı etkilerini dengelemek gerekir.
•Geniş anlamda çevrenin algılanması ve açıklanması önemlidir.
•Şirketler bir temel felsefeye sahip olmalıdır.
•Şirketler değerleri kadar sahip oldukları araçları da bilmelidir.
•İşler bir stratejiye göre yönlendirilmelidir.
•Şirketler kimlik tanımlaması yapmalıdır.
•••
Son söz: Bilinçli davranışın üç bileşenini anımsayalım: Birincisi, dünyada olup bitenleri, eğilimleri, eğilimlerin yarattığı fırsat ve tehditleri sürekli analiz etmek, baskın hale gelmeden olası etkilerini kavramaktır.
İkinci adımı, kendi olanak ve kısıtlarımızı net biçimde bilmektir. Sadece iyi yanlarımızı öne çıkaran, eksiklerimizi açık ortamlarda sorgulamayan şirket yönetimleri, zaman içinde kendi yalanlarına inanma gibi sakıncalı çıkmaza saplanıyorlar.
Üçüncü adım, gelecekle ilgili ciddi bir plana sahip olmaktır. Bunun için de değerler ve kaynaklar sistemini iyi kavramak gerekiyor.
Yirmi beş yıl önce tartıştığımız konuları bugün de tartışıyorsak, bunun somut sonucu uluslararası ekonomide aldığımız yerdir. Yazının girişinde sözünü ettiğimiz oranlar, bir şeyleri yanlış yaptığımızı kanıtlıyor. Gelin hep birlikte, kendi yanılmazlığımıza inanmadan, öğrenmeye ve kendimizi değiştirmeye hazır bir biçimde tartışalım.
Şirketler de yaptıklarını karşılaştırırken, geçmişte ülke içindeki yerlerinin ne olduğunu bugün nerede bulunduklarını sorgulamalı. Benzer şirketlerin başka ülkelerdeki performansını bilerek genelleme yapmaları, gerçek gelişmenin ne olduğuna bizi götürür. Yıl başında belirlenen performansla yıl sonunda ulaşılan sonuçlar karşılaştırmalı, kerameti kendinden menkul ilkesiz gizlilik ardına asla saklanılmamalıdır.
Sözün özü, değişimin yönetimi üzerinde şimdi bir kez daha derinliğine düşünmeliyiz.