Değişim üzerine
Nâzım Hikmet’in “Bir Provokatör Üstünde Hiciv Denemeleri” adlı şiirindeki aşağıdaki mısralar yaşamın sürekli değişimini ne güzel dile getirir. Dünyamızın sonu gelmez bir değişim sürecinde devinip durduğunu; trend olarak da insanlığın hep daha iyiye ve daha güzele doğru yol alacağı iyimserliğini ne güzel ifade eder.
“Ben sadece babamdan ileri,
Doğacak çocuğumdan geriyim.
Ve bir kavganın adsız neferiyim.”
Bu gelişmede dalgalar bazen aşağı doğru seyretse de, uzun vadede trend hep yukarı doğru yol alıyor. Mukayeseyi baba oğulla değil de dedeler ve torunlarla, büyük dedeler ve torunların torunlarıyla yaparsak gelişmişlik farkı çok daha artıyor. Üstad Çetin Altan bir yazısında bu mukayeseyi çok çarpıcı bir şekilde dile getiriyordu: Muhteşem yüzyılın muhteşem padişahı Kanuni Sultan Süleyman zaferler kazandığı savaş meydanlarından çok sevdiği Hürrem Sultan’a telefon açıp “Seni seviyorum!” demeyi hayal bile edemezken, bugün orta, hatta düşük gelirli bir ailenin 10-15 yaşındaki çocuğu akıllı telefonuyla dünyanın dört bucağı ile konuşup chatleşiyor, internete girip facebook ve twitterle binlerce kişi ile haberleşebiliyor, kamerasıyla hoşuna giden her şeyi fotoğrafl aştırıp istediklerine anında yollayabiliyor. Ama yarın nelerin olacağını, yarının bizlere neler getireceğini bilmiyoruz.
Çokça tahmin bile edemiyoruz. Bizi mutlu eden, yaşamımızı kolaylaştıran veya güzelleştiren yeniliklere hemen alışıyor, onlarsız edemiyoruz. Hayal bile edemediğimiz yenilikler, yaşamımızın olmazsa olmazları oluyor. Çokça hayallerimizi bile aşan tüm bu yenilikleri gerçekleştiren insanlar, bizleriz. Her nesil babalarından, dedelerinden çok şeyler öğreniyor muhakkakki. Ama onlar yetmiyor. Her nesil kendisi de yenilikler yaratıp gelecek nesillere aktarıyor. Süreç devam edip gidiyor. Bir yerlerde gerçekleşen yenilikler er veya geç tüm dünyaya yayılıyor. Kişisel özgürlükler ne kadar çok olursa, ortam ne kadar uygun olursa yenilikler de o oranda artıyor. Barış ne kadar yaygın, ilişkiler ne kadar adaletli olursa o oranda hızlanarak tüm dünyaya yayılıyor.
Sadece kendimize bakar, içimize dönüp pencerelerimizi tüm dünyaya kapatırsak babalarımızdan ve dedelerimizden öğrendiklerimizle yine de ilerleyebilir, gelişebiliriz. Hatta kendimizi sadece kendimizle mukayese ederek mutlu da olabiliriz. Hele hele bir de mukayeseye esas aldığımız istatistikleri eğip bükersek, mutluluğumuzu katlayarak arttırabiliriz de. Unutmayalım, istatistiği istismar etmeyi göze alırsak, yalanlar hiyerarşisinde istatistiğin yeri en yukarıdadır: Yalan, daha yalan, çok yalan, süper yalan ve istatistik. Kendimizi kendimizle mukayese ederek başarı sarhoşluğunun kolaylığına ve rehavetine kapılırsak, bizi gerçek yerimizde gösteren başkaca değerlendirmeleri ve mukayeseleri art niyetli düşmanca değerlendirmeler olarak gözardı etme kolaylığına sapabiliriz. O zaman yapılması gereken bellidir. Ya kendimizi kendimizle mukayese ederiz, ya da kendilerinden daha iyi olduklarımızla. 1960’lı ve 1970’li yıllarda Balkan ülkeleri ve Ortadoğu ülkeleri, kendimizle mukayesede seçtiğimiz ülkelerdi. Yaptığımız yatırımları Balkanlar’ın ve Ortadoğu’nun en büyüğü olarak değerlendirmeyi çok severdik. Şimdi artık böylesi bir mukayesenin anlamsızlığını anladık. Mukayese alanımızı epeyce genişlettik. Sporda en çok sevdiğimiz alan güreşti. O sahada başarısız olamaya başladığımızdan mı, yoksa başka alanlarda da kendimize güvenmeye başladığımızdan mı bilemiyorum ama sporda da mukayese alanımızı genişlettik. Çok da iyi oldu. Dünya futbol şampiyonasında üçüncülüğe kadar yükseldik. Daha sonraki 3 şampiyonada yarışmaya bile giremesek de bir özgüven kazandık. Artık, “biz de birşeyler yapabiliriz” deme durumuna geldik. Bir özeleştiri, bir alternatif arama, yenilikler ortaya koyma cesaretine sahip olduk. Şimdi önemli olanın bu tür başarılarda süreklilik sağlamak olduğunun da bilincine varıyoruz. Sürekli olmayan, ara sıra elde edilen başarıların çokça tesadüf sonucu olduğunu kabul ediyoruz.
Evet, hayat bize gelip geçiveren yaşam sürecimizde değişmeyen gerçeğin bu değişim süreci olduğunu gösterip duruyor hep. İstesek de istemesek de bu gerçeği kabul etmekten, onunla beraber yaşamaktan başka çaremiz kalmıyor. Ama yine de değişime direnmek insanoğlunun değişmeyen bir gerçeği. Sanki doğamız değişime direnç göstermeye göre ayarlanmış. Bu gerçeği Çinliler kızdıkları insanlara “Tanrı seni değişim sürecinde yaşatsın” diyerek dile getirirlermiş. Değişimi bize dokunmadığı sürece seviyoruz da, bizzat değişmeye çokça direnç gösteriyoruz. Değişimi yaşamayı değil, seyretmeyi seviyoruz. Ama değişim sürecine zamanında girip onun gerektirdiği külfetlere katlanabilen kişiler, işletmeler ve ülkeler daha başarılı oluyor. Bunu yapmayı göze alamayan veya bunun ayırdında olmayanlar ise gelişmenin gerisinde kalıyorlar.
Çokça vardığımız yerden daha ilerisinin olamayacağını düşünürüz. Biz elektrik düğmelerini çevirmekle başlamıştık çocukluğumuza. Akşam olup hava kararmaya başladığında büyüklerimizin bile dünyasını aydınlatmak için elektrik düğmelerine koşuyorduk.
Bugün ise çocuklarımız dokunmatik, hatta fotosel dönemine girdiler. Bizler ise çokça dokunmasını bile beceremiyor, sertçe vuruyoruz tuşlara. Geçenlerde oğlum, “baba sen ekrana dokunmamalısın, okşamalısın” demişti. Oğlum 34 yaşında. Bakalım, Allah nasip ederse, torunlar ne diyecek!
Evet, değişimlere ayak uydurmak kolay olmuyor. Ama asıl başarı değişime uyanlarda değil, değişimi bizzat gerçekleştirip hayata geçirebilenlerde. Mersin’e değil de tersine gitmeyi göze alıp, bu yolculuğu göze alabilenlerde. Cesaretini bilgi ile tamamlayıp işe tutku ve azimle girişebilenlerde. İskender gibi güneşin doğduğu yere koşarak değil; güneşin battığı yere doğru yelken açıp güneşin doğduğu yere varmaya çalışanlarda. Tanrı da yardımcısı oluyor onların. Hindistan’a varmasalar bile çok daha zengin coğrafyalara ulaşabiliyorlar.