Değişen gündem ve eylem planı

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Batı'daki finans krizinin bize uzanan soluğunu umduğumuzdan daha önce ve daha yüksek bir kur dalgası ile hissedince ekonomide kriz yönetimi gerektiği yönündeki mutabakat artmış görünüyor. Ancak biraz dağınık bir şekilde seslendirilen ve henüz yeterince olgunlaşmamış ve kollektif akıl ürünü reçeteye dönüşmemiş şüphesi uyandıran önlem paketlerinde öncelik ve odaklanma itibariyle doğru tercihlerin ve yaklaşımın öne çıktığını söylemek zor. Bunda bir yandan Türkiye'nin bu defa eskiye oranla daha az kırılgan bir bünyeye sahip olduğu kanısının, diğer yandan döviz kurundaki düşüklüğün zaten bir ölçüde gerçek düzeyinden uzakta ve düzeltmeye muhtaç bulunduğu inancının da etkisi olabilir. Oysa artık sadece finans sistemi sınırlarını aşmış ve resesyon tehdidiyle dünyaya yayılmış bu ölçekteki krizlerde, en önemli ve acil hedef sarsılan güvenin tesisi ve siperlerin tahkimidir. Münferit tedbirlerle iç dinamiklerin hareketlendirilmesi mümkün de değil, yeterli de…

Gecikmenin maliyeti ve İsveç örneği

Hem para politikası, hem de Maliye politikası ile ilgili olarak bakanlar ve Merkez Bankası'nın bölük pörçük te olsa düşünülen tedbirleri açıklamaları, hükümetin aktif bir tavır aldığını gösteriyor. Ayrıca FED'in döviz takası ve IMF'nin gelişen ülkelere destek paketi üzerinde çalıştıklarının ilanı da piyasalardaki paniği bir ölçüde azaltmışa benziyor.

Ne var ki krizin birdenbire büyümesinde başta ABD olmak üzere Batılı gelişmiş ülkelerde başlangıçta ikircikli ve yavaş davranılmasının, sıkıntıya düşen her kurumun diğerlerinden bağımsız olduğunu varsaymasının ve aşamalı olarak tedbir almanın yeterli olacağını sanmasının büyük payı var. Daha sonra uyanıp eşi görülmemiş bir kollektif danışma ve eylem stratejisini yürürlüğe koymalarına rağmen, büyümüş yangını kontrol etmekte ne kadar zorlandıklarını hep birlikte gözlüyoruz. Bundan ders çıkarmalıyız.

Bu açıdan 90'lı yılların başında İsveç'in yaşadığı deneyimi hatırlatmakta yarar var. Orada 80'li yılların ikinci yarısında yaşanan ekonomik canlılık, kredi bolluğuna, borsanın ve konut fiyatlarının fırlamasına yol açmıştı. 1990'da başlayan ekonomik yavaşlama, İsveç bankacılık sistemi aktiflerini ülkenin milli gelirinin yüzde 15'i ölçüsünde buharlaştırdı. (ABD ve Avrupa'da oluşan bugünkü korkunç finans krizinin yol açtığı zarar bile henüz bu oranın çok altında.) İsveç hükümeti önce sorunlu yerler ile birer birer uğraşmaya kalktı; büyük bankalardan ikisi batınca birini devralmak, diğerini garanti ile desteklemek zorunda kaldı. Ancak üçüncü bir büyük banka da iflas ile yüzyüze kalınca, sistemin bütününü kurtarmak için harekete geçti. Bankaların, hisse değerleri dışında, bütün yükümlülüklerini ve mevduatlarını garanti etti. Bankalar için özerk bir destek kurumu oluşturdu; sermayesi zayıflayanlara, hisselerinin bir bölümünü devlete devretmeleri karşılığında destek verdi. Devraldığı her bankanın sağlam varlıklarını ve çürük varlıklarını ayırıp sistemi sağlıklı hale getirdi. Küresel koşulların düzelmesiyle hükümetin ve dolayısıyla halkın yüklendiği zararın büyük kısmı, operasyon ve tasfiye gelirleriyle geri alındı. Bu sonuç, temelde kararlı ve bütün sistemi kavrayan bir politika ile güvenin geri getirilmesi ve kredi/borçlanma mekanizmalarının çalışmasıyla sağlandı; böylece kredi sisteminin kilitlenmesiyle doğacak büyük toplumsal zararın önüne geçildi.

Krize hazırlıklı mıydık?

Kuşkusuz ve şükür ki biz İsveç'in durumunda değiliz. Üstelik kendi kusurlarımız ile ortaya çıkmış bir kriz de sözkonusu değil. Ama artık sadece finans sistemerinin değil, reel ekonomilerin de tümüyle küreselleştiği bir dünya düzenindeyiz ve iç dinamiklerimizin yetersizliği dolayısıyla da büyümek ve zenginleşmek için dış dünyaya fazlasıyla bağımlıyız. Üstelik petrol ve maden gibi temel mal stokları açısından da zengin olmadığımız için ihracatımızı artırmak, yatırım için kaynak çekmek ve/veya borçlanmak zorundayız. Oysa dünyada hızla yayılan kriz hem pazarlarda daralma, yatırım eğiliminde ve risk iştahında azalma, hem de borçlanma maliyetlerinde artış yaratıyor.

Okuyucularımız hatırlar, bu köşedeki yazıların pek çoğunda, 2002-2007 arasındaki (eskiye oranla) parlak performansımıza rağmen güneşli ve uygun küresel konjonktürden yeterince yararlanamadığımızı, yapısal dönüşümü tamamlayamadığımızı, yurtiçi katmadeğer üretimini artıramadığımızı hayıflanarak vurguladık. 2007 seçimlerinden sonra yaşadığımız gündem sapmalarını ve odaklanma eksikliğini 2008'in ikinci çeyreğinden itibaren aşmaya ve sanayi stratejisi ile yeni teşvik sistemi tasarımını içeren bütüncül bir eylem planı oluşturmaya çalışırken umduğumuzdan daha çabuk ve daha şiddetli bir küresel kriz ile karşı karşıya kaldık.

Değişen gündem neyi dayatıyor?

Ne yazık ki artık işimiz daha zor ve "rekabet gücü ve yapısal dönüşüm" odaklı eylem programı, gündemdeki önceliğini "krizden kurtulma" tedbirlerine kaptırmış durumda. Politika açıklamalarının ve tedbir paketlerinin bu öncelik değişikliğini yansıtması zorunlu. Oysa açıklanan muhtemel tedbirler, çoğunlukla normal gündemin gereği ve normal zamanlarda etkili olacak öneriler. Şimdi bir numaralı sorun ise piyasa oyuncularında ve başta yatırımcılar ve tasarruf sahipleri olmak üzere ekonomik karar birimlerindeki güvensizlik ve tereddüt. Bunu gidermek için sadece Merkez Bankası'nın faiz ve rezerv silahlarına güvenilemez; hükümetin, Hazine'nin ve uluslararası kurumların koordineli bir toplu tedbir paketine ihtiyaç var. Döviz fiyatına gelince TL'nin değerinde bir köpük olduğu genellikle bilinmesine rağmen bu ölçüde sert bir düzeltme ayrı bir tehlike kaynağı. Bir süre sonra yaşanabilecek ters ikame ile yaşanabilecek düşüş de sert olabilecek, bu dalgalanma fiyatlarda ve dış ticarette yaratacağı şok etkiler dışında oluşturacağı yüksek volatilite ile hep özlediğimiz "güvenli liman" imajını iyice imkansız kılacaktır.

Bankacılık sistemine sağlıklı reel kesim işletmelerine kredi akışını sürdürmesi için güvence ve likidite desteği sağlanması, gerekirse sağlayacakları dış kredilere garanti verilmesi mutlaka düşünülmeli. Tasarruf sahiplerine ve yatırımcılara güven verilmesi ise döviz kurlarındaki yükselişin sürekli olmayacağı kanaatini pekiştirecek bir tavır alışı gerektiriyor: Böyle bir tavrın kaçınılmaz unsurları olarak IMF ile yeni bir anlaşma yapılması ve kısa vadeli ve inandırıcı bir reform paketi açıklanması öne çıkıyor. Türkiye'nin yakın geçmişteki başarılı performansı ve IMF'nin de bu başarıyı tescil etmesi de uzlaşmayı kolaylaştıracak gibi…

Yararlanacağımız olumlu gelişmeler de yok değil. İthalatçısı olduğumuz petrol ve temel mal fiyatlarındaki düşüş, altı aydır süren ve son ay hızlanan çıkışlarla azalan sıcak para stoku da bunlar arasında. Ekonomide güvensizliği giderecek toplu bir tedbir paketi açıklanır ve bu adım, etki analizleri iyi yapılmış mevzuat düzenlemeleri ile desteklenirse krizin hasarı azaltılabilir.

Kriz sonrasında ise yeniden kurgulanmış dünya sistemi, yatırım cazibesi sarsılmış ABD'nin de rekabet yarışına daha yoğun katılımıyla, bizi daha da zorlayacak. Yeri gelince bunu da ele alacağız.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019