Davos’ta konuşulan küresel riskler
Geride bıraktığımız haftanın en çok konuşulan konularından biri, salı günü Davos’ta başlayan ve bugün biten 47’nci Dünya Ekonomik Forumu’ydu. Forum’un bu yılki başlığı “Duyarlı ve Sorumlu Liderlik” olarak belirlendi. Bu başlığa anlam kazandıran ise Forum’dan hemen önce açıklanan 2017 Küresel Riskler Raporu’ydu. Farklı sektörlerden 750 uzmana sorularak hazırlanan ve 140 ülkenin incelendiği raporda, önümüzdeki on yılda krizleri azaltmak için dünya liderlerinin işbirliğine her zamankinden fazla ihtiyaç olduğu vurgulanıyordu. Zaten açılıştan bir kaç gün önce Forum Başkanı Prof. Klaus Schwab’ın Financial Times’ta yer alan çağrısı da işin ne kadar ciddiye alındığını açıkça gösteriyordu. Schwab, liderliğin her zamankinden fazla sorumluluk gerektirdiğini belirterek gerçek liderliğin insanları anlamaktan, sorunlarına çözüm aramaktan, güven kazanmaktan ve kişisel çıkarları bir kenara bırakarak topluma hizmet etmekten geçtiğini söylüyordu. Küresel Riskler Raporu’nda, önümüzdeki 10 yıl içinde dünyadaki gelişmeleri etkileyecek en önemli beş risk şöyle sıralıyor;
1- Ekonomik refah dağılımındaki eşitsizlik,
2- Küresel iklim değişimi,
3- Toplumsal kutuplaşma,
4- Artan siber bağımlılık,
5- Nüfusun yaşlanması.
Davos toplantılarının küresel çapta şirket ve ülke liderlerini biraraya getirdiğini düşünürsek Schwab’ın bu acil çağrısının kapitalist sistem açısından önemini de daha iyi kavrayabiliriz. Nitekim raporda, önceki raporlara atıfta bulunularak, birinci sırada gördüğümüz toplumsal eşitsizliklerin yarattığı riskin 2007’den itibaren adım adım güçlendiği vurgulanıyor. Toplumsal kutuplaşma ise önceki raporlarda yer alan; su sorunu, göç sorunu gibi risklerin önüne geçmiş durumda. 1980’lerden beri yaşadığımız ve küreselleşmeyle birlikte hayatımızı etkileyen büyüme dalgasının şirket karlarını olağanüstü boyutlarda artırdığına şüphe yok. Ancak bu süreçte yaratılan gelirin nasıl bölüşüldüğü konusunda özellikle 2000’li yıllardan itibaren önemli sorunların ortaya çıktığı aşikar. Değişik araştırmalar, son on yılda ABD’de ve diğer pek çok ülkede şirket karları reel olarak artmaya devam ederken çalışanların reel gelirlerinde ya hiç bir değişme olmadığını ya da azaldığını gösteriyor. Çalışma yasalarındaki değişimler, esnekleşme ve güvencesizleşmeyi artırırken, küresel sermaye hareketlerindeki hızlanma ve gümrük duvarlarının iyiden iyiye ortadan kaldırılması, elbette bu gelişmelerin en önemli nedeni. Zira küreselleşmenin geldiği bu noktada artık gelişmiş-gelişmemiş hiç bir ülkenin işgücü, ulusal sınırlar ve yasalar tarafından koruma kollama altında bulunmuyor. Bu durum özellikle orta ve yüksek gelirli ülkelerde geniş toplum kesimlerinin her geçen gün küreselleşmeye daha da şüpheyle bakmasına yol açıyor.
Daha önceki bir yazımızda Trump’ın ABD Başkanı olmasında toplumun küreselleşmeye karşı duyduğu tepkinin önemli bir etkisi olduğuna değinmiştik. Bunun sonucunda önümüzdeki günlerde küreselleşmenin hızının kesilmesine şahit olacağımızı, serbest ticaret anlaşmalarından çekilmelerin gündeme geleceğini, gümrük duvarları ve korumacılıktan daha fazla söz edeceğimizi yazmıştım. Nitekim süresi sona ermek üzere olan ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın Davos’ta yaptığı konuşmada “Liberal dünya düzeninin tehdit altında” olduğunu vurgulaması hiç boşuna değil. Önümüzdeki dönemde küreselleşme yanlılarının ve karşıtlarının esas çatışmasının en şiddetli şekilde ülkeler arasında değil, ABD gibi zengin ülkelerin içinde yaşanacağını söylemek mümkün. Diğer yandan Çin Devlet Başkanı Şi Jinping’in ilk kez Davos’a katılarak küresel dünya düzenini savunması önümüzdeki yıllarda liberal rüzgarların dünyanın farklı noktalarından eseceğini haber veriyor: “Ticaret ve yatırımları serbestleştirmeliyiz. Yerli ekonomiyi korumaya yönelik ekonomik politikalar uygulamamalıyız. Sorunlardan korkulmamalı. Problemlerle yüzleşmekten kaygı duymamalıyız. Farklı ülkelerin, farklı insanların ekonomik küreselleşmenin faydalarını hissedebileceği bir denge kurulması gerekiyor...”
Uruguay görüşmelerinin ardından 1995’te kurulan ve küreselleşme sürecinde en önemli rolü üstlenen Dünya Ticaret Örgütü’ne hatırı sayılır bir uluslararası ikna çabasıyla 2001’de üye yapılan Çin’in bugün küreselleşme ve liberalleşen dünyadan en karlı çıkan ülkelerden biri olması Jinping’in Davos’taki varlığını açıklıyor.
ABD gibi gelişmiş ülkelerin küreselleşmeden bıkkınlığı ve Çin gibi sermaye çeken ülkelerin ise küreselleşmeye sahip çıkmasının nedenini IMF Başkanı Christine Lagarde Davos’taki konuşmasıyla özetledi. Orta sınıfın küresel olarak büyüdüğünü, ancak ABD gibi gelişmiş ülkelerde küçüldüğünü vurgulayan Lagarde, aşırı gelir eşitsizliğinin sürdürülebilir büyümeyi zorlaştırdığına dikkati çekti ve gelir eşitsizliği, güvensizlik ve umutsuzluğun popülist siyasetteki artışı beslediğini söyledi.
IMF Başkanı’nın sözünü ettiği popülist siyasetteki artışın tüm batı coğrafyasını etkisi altına almasının sonucunda da elbette toplumsal kutuplaşmalara ve bunun yarattığı risklerin yükselmesine tanık oluyoruz. Avrupa’nın ortasında ırkçılığın tekrar boy göstermesi, Britanya’nın AB’den ayrılması, Fransa’da Le Pen, ABD’de Trump ve başkaları...
Aşırı küreselleşmenin ve güvencesizliğin batı orta sınıfında yarattığı tepki ortada. Diğer yandan Joe Biden’ın konuşmasında iddia ettiği gibi, liberal sistemin dünyayı hiç olmadığı kadar güvenli hale getirdiğini söylemek de -çevremizdeki yangına bakınca- biraz zor. Burada sanırım liderlere düşen, yangınları daha fazla büyütmeden söndürmenin yollarını aramak ve toplumlarda güven duygusunu geliştirecek önlemleri almak.