Dante ve sol: Sovyetler Birliği
Orta Çağ siyasal teolojisinin 11. yüzyıldan gelen seküler tohumunun yeşermesi çok bilinen – ama siyasal düşünür özelliği ile fazla tanınmıyor olabilen- Dante Alighieri’yle oldu. Sovyetler Birliği Dante’nin gözüyle de görülebilir. Bir 13. yüzyıl idealinin –ki onun da kökeni kadim Yunanistan’dadır- gerçekleştirilmesine çalışılmıştır denebilir. Buna göre “yeryüzü cennetini” optimus homo (kâmil insan) olacak olan bir seküler monark yönetecekti –ki Sovyet yöneticileri arasında bu tanıma en yakın Lenin gibi görünüyor. Bu monark hem cismani hem de insanın soyut varoluşunu her zaman ve her yerde temsil edecek olan bir “corporate body” idi. “Kralın iki vücudu” –Tudor hukuk kuramı; Ernst Kantorowitz- buradan geliyor. Burada ilk özellik adalet (Iustitia) olup, bu sağlanınca diğer istenir özellikler (Pax, Libertas, Concordia) arkadan gelecekti: Barış, özgürlük, uyum. İnsan evrensel olduğu için (universitas) böyle bir siyasi kurumlaşma din, dil, etnik kökenden bağımsız olarak tüm bu değişik türdeki insanları tek bir rasyo’da birleştirecekti. 13. yüzyıl hukukçularının ve siyasi teologlarının optimus homo, universitas, dignitas, humanitas kavramlarından homo sovieticus’a olan mesafe hayli kısadır. Keza 13. yüzyılda geliştirilmiş modern kuramlara tercüme olan yönelimsellik (intentionality) gibi kuramlar da var. Öznenin/insanın/ sübjektivitenin doğuşunun “Fransız efsanesine” kapılmaksızın Sylvain Piron’a ve Alain de Libera’ya katılmak mümkün: 13. yüzyıl hem tüzel kişiliğin hem gerçek kişiliğin, “öznenin” şantiyesi. İcat edilen veya kullanımı değiştirilen terimler buna işaret ediyor. Intimitas, identitas, reflexibilitas, personalitas gibi. «Experimentum suae suitatis »: İç yolculuk, iç mesafe, kendini deneyimlemek... 600 sene sonra yeniden canlandırılan bazı tezler var ki boş olmadıkları anlaşılıyor. Uzatmıyorum.
Bu açıdan bir “deney” değildi çünkü deney komünde, adada, küçük ve homojen bir ülkede olur; Küba gibi. Sovyetler Birliği tam tersine universitas idi; bir makro kozmos, bir evren. İçe doğru çökerek dağılmasında bu tür aşırı iddialarla gerçekte olup biten arasındaki mesafenin çok uzun süre çok uzak kalmasının payı büyüktür. Teknik açıdan bakıp olumlamak için “bazı kazanımlar vardı” denebilir veya mesela “teknolojik ilerleme yavaşlamıştı” gibi eleştirel yaklaşımlar mümkündür; fakat bu tarz kısmi bakışlar bize bütünün nitelemesini vermez. Bir köylü dünyasından çıkış/modernizasyon projesi, gecikmiş ve kısa süreye sıkıştırılmak zorunda kalınmış sanayi devrimi, bir kalkınma modeliydi. Aynı zamanda imparatorluğu dağılmaktan kurtaran bir ideolojik tutkal görevini de ifa etti. Daha ideolojik ve kültürel bir tarihsellikten, siyasal teolojinin merceğinden bakılırsa Sovyetler Birliği evrensel olma iddiası taşıyan ve yeryüzü cenneti vaat eden bir seküler kiliseydi. Sosyalist akımların –Marksist sosyalizmler dâhil- dinsel referansları açıkça biliniyor. Burada Dante’nin şu sözlerini nakletmekle yetinelim: İnsanlığın-imparatorluğun-monarşinin amacı insanın bu dünyadaki görevi olan “tüm entelektüel potansiyelini gerçekleştirmektir”.
Başka bir mercekten de bakabiliriz. Daha modern bir mercek. Keynes (1919, The Economic Consequences of the Peace) gerçekten bir öngörü harikasıdır. 1920’lerde hem iktisat kuramının gelişmesinde hem de öncü fikirleri ve yaşam tarzıyla avant-garde bir çevrenin kalbinde yer almasıyla –Virginia Woolf’un da içinde olduğu Bloomsbury Group, hem de Gramsci’nin yazılarının Sraff a aracılığıyla Mussolini İtalya’sından çıkarılmasındaki rolüyle Keynes çok özel birisidir. Keynes sadece Wittgenstein’ı Cambridge’e getirmekle kalmamıştır; aynı zamanda Gramsci’nin baldızı Tanya’ya vermesine göz yumulan hapishane yazılarını İngiltere’ye taşıyan büyük iktisatçı Piero Sraffa’yı Cambridge’e tanıtan ve onu koruyan kişidir. 1930’larda kendi çalışmalarıyla zaten iktisat kuramında çok önde bir yere kavuştuğu biliniyor. Sovyetler Birliği seyahati sonrasında 1926’da Cambridge matematikçisi ve mantıkçısı Frank Ramsey’e bir problem ısmarladığını ve Ramsey’in üç klasik makale yayınladığını biliyoruz.
Frank Ramsey’in 1928’de sormuş olduğu soruyu tekrar sorabiliriz: Sıfır dışında bir zaman tercihi faktörü kullanmaya ahlaki açıdan hakkımız var mı? Bilindiği gibi, 27 yaşında genç bir dahi olarak öldüğü zaman ekonomi kuramına da katkıda bulunmuş bir Cambridge mantıkçısı ve matematikçisi olan Ramsey “sosyal faydanın” kuşaklararası indirgeme (ıskonto) oranının sıfır olduğunu ahlaki bir zorunluluk olarak varsaymıştır. Bunun anlamı bugünkü kuşağın gelecek kuşaklarla arasında kendi lehine bir fark görmemesi gerektiği saptamasıdır (kuşaklararası altrüizm-diğerkâmlık). Ramsey bugünkü kuşağın afaki bir gelecek için feda edilmeye razı olacağını düşünmemiş ve problemi var olmayan ve dolayısıyla kendi haklarını savunamayan kuşaklara haksızlık yapılmaması noktasından tanımlamış. Bir başka görüşe göre Ramsey o zamanlar Sovyetler Birliği’nde cisimleşen sosyalizm konusunu bir kuşaklararası etik problemi olarak kuramsallaştırıyordu. Diğerkâmlık-altrüizm çok özel şartlarda gerçekleşebilecek bir kooperatif oyun-teorik çözüm/denge veriyorsa, “şartlı kooperasyon” ancak evrimsel bir oyunda zamanla ve homojen bir kültürle mümkün olabiliyorsa, bu tip kavramsallaştırmaların matematiksel siyaset felsefesi dışında pratikte popüler hale gelmeleri mümkün değildir. Bu kadarını söyleyebiliriz.
Peki neden “çözüldü”? Neden dışa doğru patlamadı ama içeriye çöktü? SSCB yıkılırken iç veya dış savaş çıkmadı. Oysa kurulurken her şey olmuştu. Biraz ilerlediği ve şekillenmeye başladığı zaman da Naziler saldırmıştı. Savaşsız çözüldü. Bu “çözülüş” hem 1976’dan itibaren teknolojik ilerlemenin durması hem 1970’den başlayarak büyüme hızının düşmesi hem Stalin-Preobrazhensky büyüme modelinin sınırlı bir dönem için ve ancak bir köylü dünyasında uygulanabilir olması nedenleriyle gerçekleşti. Model değişmek zorundaydı ama dönüşüm başarısız oldu. Eski model aynen devam etseydi ne olurdu? Muhtemelen birkaç on yıl daha çözülme gerçekleşmezdi. Veya içeriden çürüme dışarıdan algılanamazdı.
SSCB’nin çözülüşünde Batı’nın etkisinden çok daha önemlisi içeride inandırıcılığının kalmamasıdır. Optimus Homo, Homo Sovieticus, kuşaklararası adalet, şartlı kooperasyon, altrüist bireyler derken sonuç gayet sıradan bir tüketici kuşağın ortaya çıkmasından ibaret kaldıysa, temel mesele son derece önemlidir. Bu sorun elbette insan doğası meselesiyle örtüşür çünkü solun iddiası gayet sıradan emekçilerde olağanüstü bir potansiyelin olduğu, eğitimsiz insanın uygun koşullar ve modern bir eğitimle sorumlu bir yurttaş olacağı, insanın “özünün iyi” olduğu iddiasıdır. Bu iddia binlerce yılın iddiasıdır ve karşı iddia da öyledir. Karşı iddiaya göre ne demokrasi ne cumhuriyet ne de dayanışmacı bir toplum mümkündür. Değildir çünkü karşı iddiaya göre insan bu üstün düzenlemeleri destekleyecek erdem ve bilgiden yoksun bir varlıktır.
Aydınlanma insanlığın en büyük atılımıdır ve insanın tanımını değiştirmiştir. Solun tezi, yani Aydınlanmanın çocuğu olan solun yenilenmiş ve modern dilde tekrar ifade edilmiş “insanın özü iyidir” tezi henüz doğrulanmaktan çok uzak. Bu saptama hangi ekonominin teknik olarak ne kadar başarılı olduğunu ölçmeye dayalı dar bir bakıştan çok daha kapsamlı bir perspektif öneriyor. Eskinin parametreleri değiştiğine göre zihniyet değişimi de kaçınılmaz. Bambaşka bir teknoloji ve bilim dünyası kapıda. Mevcut siyasal kültürün ve eskimiş uluslararası kurumsal tasarımın değişmesi gerekiyor. Aksi takdirde avamı ortadan kaldırmadan evrenselleşmekte olan fazla nüfus problemine çözüm bulmak –100 yıl önceki Rusya’nın “kırsal fazla nüfus” sorunu artık “küresel fazla nüfus” sorununa dönüşme riski taşıyor- ve gezegenin yok oluşuna, doğanın tahribatına set çekmek mümkün olmayabilir. Alternatifl eri harcaya harcaya “distopik” bir dünyaya gidiyor olabiliriz.