"Cumhuriyetin İlkeleri ve İhracat"
Türkiye, 2008 küresel finansal krizden hemen sonra en çabuk toparlanan ve çeyrek dönemler itibarıyla en hızlı büyüyen ülkeler arasındaydı. Belki de bu performansının arkasındaki en önemli itici güç finansal sistemin ve ihracatın saat gibi çalışmasıydı. Bunun da temelinde yüzyılın başında yaşanmış bir tecrübe yatıyor.
Türkiye 2001 yılında tamamen kendine özgü bir finansla kriz yaşamış ve söz konusu krizden Banka ve Banka Harici Finans Kurumlarını konsolide ederek çıkmıştı. Buradaki başarısı çok geçmeden birçok küresel finansal kuruluşun Türkiye’de ortaklık arayışına girmesiyle sonuçlandı. Bugün Türkiye’deki özel bankaların neredeyse tamamına yakını güçlü yabancı ortaklıklarla geleceğe doğru yürümekte.
Diğer taraftan otomotivden yüksek teknoloji ürünlerine kadar birçok sektörde doğrudan yabancı sermaye ile kurulmuş birçok şirketin yanı sıra, Türkiye’nin önde gelen şirketleri ile yapılmış 30-40 yıllık maziye dayanan yabancı ortaklıklar da mevcut. Türkiye’nin 200 milyar dolara doğru yürüyen ihracatının içinde ön sıralarda yer alıyorlar.
İhracata gelirsek: 2023 yılında Türkiye, dünya ticaretinden % 1.5 civarında pay almayı hedefliyor. Bugün mevcut sektörlerle 350 milyar dolar İhracat potansiyeli bulunmakta. Bunun üzerine uzay ve havacılık, tıbbi hassas optik aletler, malzeme teknolojileri, hastane ekipmanları, nanoteknoloji, iletişim teknolojileri ve yazılım konusunda 100-150 milyar dolarlık daha ihracat yapılması planlanıyor. Özetle Türkiye bu alanlarda yatırıma hazır ve teşvikler de buna göre tasarlanıyor.
2050 yılında yaş ortalaması olarak bölgenin en genç ülkelerinden biri olmaya devam edecek olan Türkiye, aynı zamanda kaliteli iş gücüyle de yeni yatırımlar için önemli bir merkez olacak.
Belki de bu sebeple Türkiye’de inşaat ve eğitim sektörü el ele yükselişe devam ediyor. REIDIN verilerine göre Türkiye’de son iki yılda gayrimenkule yatırım yapan bir kişi, borsa ve altın dahil birçok finansal enstrümandan daha fazla getiri elde etmiş durumda. Bu durumun 2050 yılına kadar sürmesi bekleniyor. Belki ondan da uzun sürecek ama şimdilik hesaplamalar buraya kadar yapılabiliyor. Ancak ben daha çok inşaat şirketlerinin yurtdışı faaliyetlerine bakıyorum. Orada da milyarlarca dolar taahhüt ile Çin’den sonra dünya ikincisi durumundalar.
Eğitim sektörü de Türkiye’de yatırım yapılabilir bir alan. Sadece İstanbul’da 40’tan fazla üniversite bulunmakta. Her yıl milyonlarca öğrenci İstanbul ve Türkiye’deki Üniversiteleri kazanmak için sınavlara katılıyor. Ayrıca çok ciddi bir yabancı öğrenci talebi de mevcut. Her yıl 2 milyona yakın öğrenci üniversitelere giriş için başvuruyor. Genç nüfusun yoğunluğu Türkiye’nin geleceğini aydınlatıyor. Üniversiteler var güçleriyle bu potansiyeli nitelikli hale getirmeye çalışıyorlar. Bugün Türkiye Üniversiteleri sayesinde eğitim ihraç eder oldu. Yüzbinlerce yabancı öğrenci Türkiye’de okuyor, okumaya geliyor.
Özetle, Türkiye’nin önümüzdeki 25 yıllık sürede her yıl ortalama % 4’ün üzerinde bir büyüme potansiyeline sahip olduğu görülüyor. Kamu ve özel sektör işbirliği sayesinde bu büyümenin rahatlıkla sağlanabileceğini tahmin ediyorum. Buradan hareketle BIST’teki toplam değerin de GSMH’nın 2 katına doğru çıkmasını da mümkün görüyorum. Küresel ölçekteki yatırımlar arttıkça, Türkiye’nin kabına sığması zor gözüküyor. Elbette bu durum hem yabancı ortaklıklar, hem bölge ülkeleri hem de dünya için daha fazla refah anlamına geliyor.
"Türkiye'nin geleceği parlaktır..."
Genelde akademisyenler vatandaşı olduğu ülkeler için hep eleştirel konuşur. Ben de yapıyorum elbette. Sebebi şu: Eğer fazla översek nazar değeceğini düşünürüz. Ayrıca, siyasetçiler sürekli iyi tarafları gösterdiği için, ülkenin olumsuzluklarını gösterecek birilerine ihtiyaç da duyuluyor.
Ancak "Türkiye'nin geleceği parlaktır" diyorum her yerde. Bunu söylememin birkaç sebebi var. Birinci sebep şu: Türk insanı her duruma kolayca adapte olabiliyor. Dolayısıyla toptan iyimser ya da toptan kötümser olmanın bir manası yok.
İkincisi, Türk insanı bazı şeyleri kısa vadede çok konuşsa da uzun vadede unutuyor. Hafıza sorunu yok, çünkü aklında tutmuyor. Aklında olumsuz ayrıntıları tutmaktan hoşlanmayan ve sürekli geleceğe bakan bir milletten bahsediyorum. Dünya genelinde yapılan bir ankette “bundan sonraki dönemi nasıl görüyorsunuz” sorusuna Türkler % 56 nispetinde “olumlu görüyoruz” diye cevap verirken, azımsanmayacak bir oranda “bize fark etmez” diye cevap veren de var.
Üçüncü sebep ise Türk insanının bugüne kadar gösterdiği "olumsuzlukla mücadele etme gücü". Başka ülkelerin başına gelse kolayca dağılabileceği gelişmelerden Türkler birleşerek çıkıyor. Bu durumun Türk iş dünyası için ne kadar geçerli olduğunu 2018 yılının Temmuz ayında bir OECD raporunda gördüm. “Girişimcilik” konusunda engel tanımayan bir şekilde liderlik yapıyoruz.
Dördüncü sebep, Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyetin temellerinin sağlam olması. Böyle olmasaydı Türkiye bugüne kadar Ortadoğu ülkelerinden farksız olurdu. Dolayısıyla Türkiye'nin ait olduğu yer bellidir. Ancak bunu ait olmadığı yerden tariflemektedir. Asyalı ya da Ortadoğulu değildir Türk insanı. Olsa olsa Avrupalıdır. Ancak "Türk tarzında" Avrupalıdır. Bunu unutmamak lazım.
Yılın son yazısında gelişmelere farklı bir açıdan bakmak istedim. Enseyi karartmayalım. Türkiye belki bugünü biraz bulutlu ama geleceği parlaktır. Yeterki Cumhuriyetin kuruluş felsefesine geri dönelim.
Herkese iyi bir yıl diliyorum.