Çoğulculuk diyorum!..
Dönüp dönüp geçmiş yazılardan alıntı yapmak hiç adetim değildir, ama insan bazen zorunda kalıyor. Bunlardan biri de yaklaşık bir yıl önceydi. Gezi direnişinin başlamasından bir kaç hafta önce, 1 Mayıs'tan hemen sonra...
O tarihleri hatırlarsınız. Tıpkı bugün gibi Başbakan tarafından Taksim ve Kadıköy'ün kitlesel gösterilere kapatılacağı açıklanmış, ardından 1 Mayıs için Taksim'e yürümek isteyenlere karşı polisin orantısız ve acımasız müdahalesiyle karşılaşmıştık. Olay 1 Mayıs'la da sınırlı kalmamış, mayıs ayı boyunca Taksim'de üç beş kişilik gruplar halinde açıklama yapmak isteyen herkese orantısız biber gazı ve şiddet uygulandığına tanık olmuştuk.
10 Mayıs cuma günü, DÜNYA'da yayınlanan “Taksim, gaz, para ve soylulaştırma” başlıklı yazımda (http://is.gd/bZny3y), Başbakan'ın bu yaklaşımının Taksim ve Tarlabaşı'na yönelik soylulaştırma projesinin bir parçası olduğunu şu sözlerle dile getirmiştim: “Tıpkı önceden Sulukule'de, Tarlabaşı'nda yapıldığı gibi, Taksim-Beyoğlu bölgesinin sakinlerine de 'buradan yavaş yavaş uzayın, buraya zenginler gelecek etrafta kirlilik yaratmayın' deniyor. (...) Taksim Meydanı'nın gösterilere kapatılmasının, meydanda veya Galatasaray'da toplanan en ufak kalabalığın üstüne adeta haşereye sıkar gibi gaz sıkılmasının esas nedeni bu aslında. Amaç bölgenin habitatını değiştirmek, sterilize etmek, kimliksizleştirmek ve zenginlerin rahatsız edilmeden dolaşabilecekleri bir ortam yaratmak...”
Ertesi hafta, yani 17 Mayıs'ta ise “Neden bir türlü gelişemiyoruz?” (http://is.gd/rUyKkv) başlıklı yazımda Başbakanıyla, bakanlarıyla valisiyle “Marjinal” fikirlere karşı duran bir hükümet erkinin, aslında toplumsal ve ekonomik gelişmenin de karşısında olduğunu yazmıştım. Pek çok azgelişmiş ülke yöneticisi gibi bizde de devleti yönetenlerin, ekonomik ve toplumsal gelişmenin AVM'ler, yollar, otomobillerle filan mümkün olabileceğini düşündüklerini belirterek “sermaye” meselesini pek kavrayamadıklarını anlatmıştım: “Paranın zenginlik yaratabilmesi için insan gücüyle, insan emeğiyle, insan aklıyla, insan zekasıyla, insan ruhuyla bir araya gelebilmesi, insanın yarattığı güçle harekete geçebilmesi gerekiyor. (...) İşte bizim ve daha pek çok ülkenin başında bulunan yöneticiler, para, sermaye ve emek arasındaki bu ilişkiyi kavrayamadıkları için, değişik fikirleri, 'marjinal' düşünceleri, değişik yaşam biçimlerini, kısaca gelişimi, değişimi sağlayacak çoğulcu yapıyı ülkenin zenginleşmesi yönünde bir engel olarak görüp ortadan kaldırmaya çalışıyorlar.”
Aynı yazıda daha sonra sözü sosyolog ve siyaset bilimci Charles Tilly'e getirmiş ve Türkiye'nin halen toplumu denetim altına almak için “Zor yoğun” stratejiyi sürdürmekte ısrarlı bir devlet olduğunu belirterek, sonucu şu şekilde özetlemiştim: “Bugün yapıldığı gibi, toplumu zorla hizaya sokmaya çalışmak, çeşitlilikleri yok etmek, düşünceye ve yaşam tarzına müdahale etmek ise dediğim gibi uzun vadede ancak topluma zarar veriyor, koskoca ülkeyi 'azgelişmişliğe' mahkum ediyor.”
Gezi parkı tartışmalarının tam da alevlendiği sırada yazdığım ve patlama günü olan 31 Mayıs'ta yayınlanan “Kalite, çoğulculuk ister” (http://is.gd/wJZTpH) başlıklı yazımda ise kapitalist sistemin büyüyebilmek için hâlâ çoğulculuğa ihtiyaç duyduğunu belirterek Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu şöyle özetlemiştim: “(...) Demokrasi dediğinizde ise çoğulcu bir politik yapının anlaşılması gerekiyor. Yani 'bir kişi söylesin herkes onu dinlesin' değil, 'herkes söylesin, herkes dinlesin, toplum böylece doğru yolu bulsun' anlayışının yerleşmesi gerekiyor. Demokrasiyi, tüm toplumsal iradeyi dört beş yıllığına bir kişiye devretmek şeklinde anladığımızda, ne inovasyonun, ne stratejinin, ne pazarlamanın ne de başka bir şeyin anlamı oluyor. OECD’nin yaşam kalitesi araştırmasında Türkiye’nin 36 ülke içinde sonuncu olması gibi bazı somut sonuçlar da tarih boyunca ülkeye hakim olan tekçi anlayıştan şimdiye kadar pek de bir şey çıkmadığını, bundan sonra da çıkmayacağını açıkça gösteriyor.”
Geçen yıl bu satırlar yayınlandıktan hemen sonra Türkiye tarihinde eşine zor rastlanacak bir toplumsal hareket, ülkeyi geri dönülemeyecek şekilde değiştirdi. Bu hareket, ülkenin, daha doğrusu insanların kendi kaderiyle ilgili, kendiliğinden ortaya çıkan bir irade beyanıydı. Belki de sandığa bir türlü yansıyamayan milli iradenin sokağa yansımasıydı. Bu irade beyanı hâlâ doğru okunabilmiş değil. Bu iradeyle uzlaşıp, bu iradenin dinamizminden yararlanıp ülke için hayırlı bir sonuç çıkarmak yerine, yine dayatma ve çatışma tercih ediliyor. Bir yılda yaşananlardan doğru düzgün bir sonuç çıkartılamadığı gibi, seçim sonuçları da bu yanlış yaklaşımın bir tür onayı kabul ediliyor. Ülkeye hakim olan tekçi düşünce yapısı, huzur, mutluluk, kalkınma, büyüme ve refah açısından şimdiden ülkenin gelecek on yıllarına mal olmuş durumda.
Önümüz yine 1 Mayıs. Başbakan'ın, hükümet üyelerinin yaptığı açıklamalar, hükümete yakın medyada yazılıp söylenenler pek de iç açıcı değil. Toplumun “öteki” bölümüne yönelik devlet şiddetinin vahim sonuçlara yol açmamasını temenni ediyor ve ülkeyi yönetenleri sağduyuya davet ediyorum.