Çikolata kokulu kenti anımsayarak...
Brüksel’e uçacak, oradan trenle geçecektim Bruges’a. 15-20 dakikalık bir yolculuktan sonra Brüksel North garı; peşinden gelen trenle de bir saati bulmayan keyifli bir seyahat. Tarihi kentin 2 kilometre kadar dışındaydı Bruges garı, ama parke taşlardan yapılmış ideal sokaklar ve her yerden gözüken 122 metre yüksekliğindeki OLV Kerk Kilisesi’nin (Our Lady Church) kulesi, beni karşıkoyulmaz biçimde yürümeye çağıracaktı. Kuleyi kerterizledikten sonra, haritaya gerek duymadan kentin merkezine, Pazar Meydanı’na ulaşmak mümkündü… Kalacağım otel de zaten oradaydı.
1200’lerde, yumurta biçimde duvarlarla çevrilen kent, çıkan yangınlar nedeniyle sık sık zarar görmüştü. Barok tarzdaki ilk yapıların bugün Gotik versiyonları ayaktaydı.
10-15 dakikalık bir yürüyüşle, bir kenarı 100 metre uzunluğunda olan bir kare şeklindeki Pazar Meydanı’na ulaşmak mümkündü. Meydan, Brugesluların ve turistlerin buluşma yeriydi. Şehrin sembolü olan ünlü saat kulesi Belfry de buradaydı. 83 metre yüksekliğindeki kuleye, 366 basamağı tırmanarak çıkmak ve buradan kenti seyretmek mümkündü. Ben, “Bruges’da” filminde bu sahneyi yaşadım (!), diyerek bu zorlu tırmanıştan kaçınacaktım. Kulede, 47 bronz çan vardı ki her birisi 27’şer ton ağırlığındaydı. Her çeyrekte ve saat başlarında farklı melodiler çalıyorlardı.
Kanallar boyunca yürür, köprüleri aşarken kentin çikolata koktuğunu fark edecektim. Onlarca çikolatacı vardı. En iyisini bulabilmek için kokular, anımsattıkları, içgüdülerim derken “The Old Chocolate House”da karar kılacaktım. Kapısındaki “Sıcak çikolata bulunur” tabelası, beni daha da keyiflendirecekti. İki masalık minik pastanesine oturup içeceğimi yudumlarken el yapımı nefis çikolatalarını de tek tek tadacaktım.
Şeker yüklemesinden hafif esrik kulağımda Belçikalı Jacques Brel ezgileriyle kendimi yeniden sokaklara atacaktım. Groeningemuseum, Bruggemuseum, tarihi hastaneyi de mutlaka görmek gerekti. Çok güzel bir konser salonları da vardı… Tabii, Belçikalı olan Tenten’in ürünlerinin satıldığı bir mağazayı, oyuncakçıları, antikacıları da gezmek gerekiyordu…
7’den 77’ye herkes el ele dolaşıyor, herkes öpüşüyordu. Sonsuz bir huzur ve rahatlık vardı. Turistik bir kent olmasına rağmen, kimse kimseyi kazıklamıyor, kimse kimseye bir şeyler satabilmek için sırnaşmıyordu.
Kanalları, Botanik Bahçesi, çikolata müzesi, mücevher müzesi, görkemli belediye binası, parke taşlı yolları, kuğuları, nefis steak’leri, jumbo karidesleri, matjiasları ve de waffle’ları ile, tabii ki o unutulmaz görüntüsüyle bir peri masalı gibiydi Bruges.
Bruges’da dantelcilik de ilerlemiş bir zanaatti. Zor yıllarda - ki turizm, yakın tarihlere kadar söz konusu bile değilmiş, çok yoksul yıllar yaşanmış – kadınların ördüğü bu danteller, şehrin simgelerinden biri haline gelmişti. Bugün, ihtiyaçları yoktu, ama üretim sembolik de olsa, sürdürülüyordu…
Belçika’da yüzlerce çeşit bira üretiliyordu, Bruges da bundan nasibini almıştı. Kente özgü olanlar vardı, bunların bardakları da özeldi. Çok kalın bir “Belçika Biraları” kitabı satılıyordu.
Kentin Michelin’li lokantalarında çok güzel yemekler bulmak mümkündü. Pazar Meydanı’nı çevreleyen turistik mekânlarda oturup bir şeyler içmek de keyifli, ama buralarda yemek yerine biraz daha uzaktaki lokantaları seçmek, hatta Brugeslular’ın gittiklerini tercih etmek yerinde olur, diye düşünecek, öyle de yapacaktım… Denize 40 kilometre uzakta olduklarından deniz ürünleri revaçtaydı. Kıyıdan toplanan midyeler özel soslarla birlikte pişirilip tencerelerde servis ediliyordu…
St. Regis İstanbul Otel’deki Belçika yemekleri ve biraları konulu Mutfak Dostları yemeğine giderken bunları düşünüyordum. Anılar beni tetiklemişti, eve döner dönmez Colin Farrel’in başrolde olduğu “Bruges’da” filmini yeniden seyredecek, Belçikalı yazar Georges Rodenbach’ın “Bruges la Morte” (1892) isimli romanını bir kez daha okuyacak; besteci Korngold'un aynı romanı uyarladığı “Ölü Şehir” operasını dinleyecektim. Dost Yemeği gecesi mi? Onu da Pazartesi günü “ehlikeyf” köşesinde anlatacağım…