Çıkarlarımız reformdan kaçınacak kadar ayrık değil
Bilmem size de öyle geliyor mu, son yıllarda çok hareketli ve önceden kestirilemeyen gelişmelerle dolu olmasına rağmen gündemimizin birkaç başlığa sıkışacak kadar kısırlaştığını ve tartışmalarımızın kalitesinin düşerek toplumun geleceği ve refah arayışı ile ilgili konulardan uzaklaştığını düşünüyorum. Toplumun bunca ortak sorunu ve hedefi varken kimlikler ve değerler üzerinden ayrışmalar yaratıp birbirimize düşmek, potansiyel enerjimizi iç kavgalarda tüketmek gibi en az ihtiyaç duyduğumuz şeylere odaklandık. İçe kapanmak gelişmiş ülkelerde de yaygınlaşıyor diye avunacak durumda da değiliz; çünkü hep söylüyoruz kendimizi sorunları bize benzemeyen, büyüme sınırlarına gelmiş refah toplumlarıyla değil, potansiyellerini henüz tamamen gerçekleştirememiş diğer yükselen ülkelerle kıyaslamamız gerekli. Gelişmiş ülkelerden farklı olarak küreselleşmeden henüz yeterince yararlanmamış, potansiyel payımızı alamamış durumdayız. Üstelik bu potansiyelin sürekli devam edeceğine de güvenemeyiz; çünkü dünyadaki değişim ivmesinin hızlandığı, mevcut üretim düzeninde artık büyümekte zorlanan ileri refah ülkelerinin sürüklediği teknolojik gelişmelerin doğayı (hatta genom teknolojileriyle insan doğasını da) değiştirecek bir düzeye ulaştığı bir dönemdeyiz. Yani uzak olmayan bir gelecekte büyüme dinamiklerinin, üretim süreçlerinin ve ticaret hadlerinin kökten değiştiği bir küresel düzen ile karşılaşabiliriz. Elimizi çabuk tutup mevcut düzendeki potansiyelimizi tümüyle harekete geçiremezsek, yeni dönemde kendimizi farklı ve daha alt düzeyde bir kümede bulmamız işten bile değil. Bunu başarmamız ise şimdi yapmakta olduğumuzun tersine bilimde, eğitimde, sanatta ilerlememize, bunun için de ortak değerler ve idealler etrafında birleşip kutuplaşmadan kaçınmamıza, hukuk güvenliği ve özgürlük ortamı ile yaratıcılığı ve rekabeti özendirmemize bağlı. Tabii bir de kimseyi, hele nitelikli insan kaynağımızı hiç dışlamayan, alabildiğine kapsayıcı ve çoğulcu bir toplumsal organizmaya...
Mevcut modelin kıskacında aksak büyüme
Oysa görünen o ki bu zorlu ve geniş ufuklu hazırlık şöyle dursun, biz mevcut performansımızı devam ettirmekte zorluk çekmekteyiz. Tüketim ve dış borçlanmaya dayanan, bu nedenle periyodik olarak cari açık ve enflasyon duvarlarına çarpıp kesintiye uğrayan aksak büyüme modelini değiştirmeden bunu sağlamamız mümkün değil. Sermaye kazançlarını ve tasarrufları özendiren bir vergi rejimine rağmen, TÜİK’in yeni yöntemiyle anlayamadığım bir şekilde yüzde 24’e yükselttiği fakat kayıtlı mali sistem ve açık borçlanma ihtiyacı itibariyle son derece düşük olduğu herkesçe kabul edilen iç tasarrufların artmayışı da sistemik çıkmazın diğer bir göstergesi. İşin kötüsü son 15 yılda ekonominin esnekliğini ve direncini sağlayan temel iki ekonomik çıpayı, yani mali disiplini ve bankacılık sisteminin sağlamlığını da giderek tehlikeye atıyoruz. Vergi sistemindeki yapısal sınır, bütçe açığını karşılamak için kamu taşınmazlarının satışı ve zincirleme vergi affı ya da varlık barışı gibi istisnai yolların zorlanmasını zorunlu kılarken, bankacılık sistemi de mevduatın çok üstünde hormonlu kredi artışıyla ağırlaşan bir sermaye ve borçlanma baskısı altında. Yatırımcı güvenini de, büyümeyi de sağlamakta daha fazla güçlük çekeceğimiz bir dönem bekliyor bizi.
Kaldı ki mevcut model, borçlanma bacağından da sıkışmakta. Batı’daki faiz artış süreci bir miktar ötelense de portföy yatırımlarında bir süre devam edecek olan rahatlama dış krediler bağlamında şimdiden ortadan kalkmış gibi. Son kredi genişlemesinde bankaların dış kredi tedariki ancak 12 milyar TL olabilmiş, finansman özkaynak artışı ile sağlanabilmiş. Toplam dış borcun milli gelirin yüzde 50’sine yaklaştığı, özel kesimin borcunun 290 milyar dolara çıktığı düşünülünce bu sıkıntının süreceği belli. Hazinenin ve kamu bankalarının da fon talebi artınca faizler üzerindeki baskının artması kaçınılmaz. Kamu yönetiminin bütün çabası ve bankalarla görüşmeleri geçiş dönemini uzatmaya odaklanmış durumda.
Kamu finansmanının kalıcı çözümü için vergi sisteminde revizyon ihtiyacı ise her zaman olduğu gibi muallakta. Dolaylı vergilerin yüzde 70’e vardığı, kazanç üzerinden vergilerin yüzde 95’inin stopajla alındığı, öte yandan tasarruf ve yatırım yetersizliği nedeniyle sermayenin ve birikimin ürkütülmek istenmediği mevcut durumda bunun nasıl yapılacağı da tartışmalı. Beyan ile ödenen vergileri bu kadar düşük olduğu bir ülkenin vergi ve finans mevzuatı en karmaşık yerlerden biri oluşu da ayrı bir tuhaflık. Yukarıda da belirttiğimiz “düşük vergiye rağmen tasarrufların neden artmadığı” sorusunun cevabı ise muhtemelen tüketim ve rantı özendiren politikalarda.
Teşvik yorgunluğu yatırım artırmıyor
Mevcut kısıtlar içinde, yani o kısıtları yaratan faktörleri değiştirmeden, bir çıkış yolu bulmaya çalışan hükümetin kredi desteği dışında başvurduğu diğer politika aracı da sürekli yinelenen teşvikler. Öyle ki reform yorgunu olduğumuzu söylemek zor ama teşvik yorgunu olduğumuz kesin. Üstelik reform işini tavsattıkça içerideki yatırımcıya daha fazla teşvik, dış yatırımcıya da daha fazla getiri vermek zorunda olacağımız da açık. Bir süre önce sayın Şimşek’in belirttiği gibi hukuğun iyi işlediği ülkelerde kar marjlarının düşük oluşu, bu gerçeğin tersten ifadesi. Ne var ki doğrudan yatırımcı için getiri kâr olduğundan, döviz kurunda istikrar ve yatırım algısında iyileşme olmadıkça sadece, o da konjonktüre bağlı olarak, portföy yatırımlarında hareket sağlanabildiği de ortada. İçerideki yatırımcıların da, dünya standardında çok düşük olmakla birlikte, güçlerini arttırmak ve risklerini dağıtmak için yurt dışında yatırıma daha fazla önem vermeleri, son on yılda bunu on beş kat büyütmeleri boşuna değil.
Asıl şu soru aklımı meşgul ediyor: Gallup araştırma kuruluşunun 142 ülkede insanların hayatlarından memnuniyeti ile ilgili yaptığı ve Güven Sak’ın ayrıntılarını anlattığı bir anketin sonuçlarına göre Türkiye, Irak ve Yemen ile birlikte en hoşnutsuz üç ülke arasında. Dolayısıyla bütün politikalarımızı mevcut yapıyı ayakta tutma üzerine kurgulamamız ve köklü reform adımlarından kaçınmamız ne kadar doğru? Doğru ya da yanlış, herkesin başına herhangi bir zamanda neyin geleceğini bilmediği bir ülke algısını süratle kırmamız şart değil mi? Aksi takdirde ayağımıza kurşun sıkmış olmaz mıyız?