Çevreye kıyılırken
Ormanlarımdan bir dal kesenin, başını keserim.
Fatih Sultan Mehmet
İthal muzla yerli malı haftası
Bir okullar grubunda proje yapıyordum. Genel müdürün odasına bir konuyu görüşmek üzere girmiştim. Toplantı masasının üstünde bir meyve tabağı vardı. Genel müdür: “Bu hafta, Yerli Malı Haftası. Çocuklar, getirdikleri meyvelerden bir tabak da bana hazırlamışlar. Size de kısmet oldu, buyurun Hocam” dedi. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ülkemizde de bir ekonomik darboğaz oluşmuştu. Yabancı ülkelere para akışının önünün kesilmesi ve toplumsal bir tutum anlayışının yaratılması gerekiyordu. İşte bu amaçla 1946 yılından itibaren, 12-18 Aralık tarihleri arası okullarda “Yerli Malı Haftası” olarak kutlanmaya başlandı.1983 yılından itibaren adı “Tutum, Yatırım ve Türk Mallları Haftası" olarak değişti
Masadaki meyve tabağı, beni çocukluğuma götürdü. Biz de Yerli Malı Haftası’nda bir gün okula ülkemizde yetişmiş meyveler, daha çok da kuru yemiş getirir, birlikte yerdik; öğretmenlerimize de ikram ederdik.
Meyve tabağının içindeki muz dikkatimi çekti. Muzun üstünde yazılı bir kağıt vardı. Acaba “Yerli malı Türk’ün malı, her Türk onu kullanmalı” diye mi yazıyor diye merak ettim. Muzu elime aldım, baktım. Kağıt, üretici firmasının etiketi idi; ve muz, ithaldi.
Tam bir kara mizah örneği verilmişti. Yerli malı haftası, ithal muz yenerek kutlanıyordu.
Doğa katledilirken çevre günü
Şimdi yukardaki olay nerden aklına geldi diyeceksiniz? Bu ay içinde bir kara mizah örneği daha verildi. Çevreye geri dönüşü olmayan büyük zararların verildiği bir ortamda, “Dünya Çevre Günü” kutlandı. Sanki “ithal muzla, Yerli Malı Haftası kutlamak” gibi kutlandı. Bir taraftan doğayı, yeşili talan eden projelere imza atılırken, büyük törenlerle çevre günü kutlanıyor. Tıpkı bir et oburun, vejetaryenliğe övgü yakması gibi. Tıpkı bir ateistin, Allah adını dilinden düşürmemesi gibi. Söz ve eylem, taban tabana zıt.
İstanbul’un kuzey ormanları
Gün geçmiyor ki, ülkemizin bir yerindeki çevre katliamı haberi ile karşılamayalım. Kıyıda köşede kalmış yeşil alanlar kılıfına uydurulup ya da kılıf bile aramadan, hoyratça imar projelerine açılıyor. Projeler arasında “çevre soykırımı” diye nitelendirilebilecek olanlar da var. Örneğin, 3. Boğaz köprüsü ve çevre yolları projesi ve de İstanbul Bölgesi 3.Havalimanı projesi. Bu iki proje İstanbul’un akciğeri olan kuzey ormanlarının canına okuyacak.
Bu projelerle çevreye ne gibi zararlar verilecek? Bu konuda “Kuzey Ormanları Savunması Hareketi’nin web sitesinde çok ayrıntılı raporlar ve bilgiler bulabilirsiniz: (http://www.kuzeyormanlari. org/)
Sonuç
Doyum bilmeyen rant hırsı ve görgüsüzlük şehirleri kemiriyor. Şehirler, yeşilden yoksun, çirkin beton mezarlıklarına dönüşüyor. Bu gidişle gelecek nesiller ağacı, balkonlarda saksılar içinde, ya da büyük ekranlarda dijital olarak görecekler. Peki bu gelişen dünyada havalimanı yapılmasın mı? Yol yapılmasın mı? Tabi ki yapılsın, ama çevre duyarlılığı içinde yapılsın. İlle de bir şehrin akciğerini sökerek, ormanını talan ederek, ekosisteminin canına ot tıkayarak, hunharca, insafsızca değil. Bilimin sesine kulak verilerek yapılsın. Sadece buldozeri ve kepçesi ile yeşile saldırıya hazır müteahhitlerin doyumsuz iştahlarını doyurmak için, rant için değil.
Son söz
Doktorlar bir hastanın hastalığına teşhis koyamamışlar, tartışıyorlarmış. Sonunda bir doktor “Benim haklı olduğum, otopside ortaya çıkacak” demiş. Doğayı savunanların ne kadar haklı olduğu sonunda ortaya çıkacak; ama çok geç olacak. Üstelik bu doğa sadece bizim değil, gelecek kuşakların.
Yukarıda Fatih Sultan Mehmet’in bir sözünü paylaştım. Ecdadımız, çevreye ne kadar duyarlı imiş. Biz ise ecdadımızın bize bıraktıklarını, düşüncesiz bir mirasyedi hovardalığıyla, gelecek kuşakları düşünmeden tüketiyoruz. Bundan hiç kimse hicap duymayacak mı?