“Çeşm-i Cihan” Amasra

Faruk ŞÜYÜN
Faruk ŞÜYÜN ODAK [email protected]

Mora seferinden dönen Fatih Sultan Mehmet, 1460 yılında 150 gemilik bir donanmaya 30 bin levendini bindirerek Amasra’ya sevk eder. Kendisi de karayolundan kentin tepelerine ulaştığında aşağıdaki görüntüye hayran olur ve “lala lala çeşm-cihan (evrenin gözü) bura mı ola?” diye sorar…

Bartın-Amasra arası son yıllarda bir tünelle bağlanmış; Fatih’in baktığı tepeye tırmanmadan da ulaşmak mümkün, ama ben eski yolu tercih ediyorum. Bakacak denilen tepede, Fatih’in söylediklerini düşünüyorum. Bir kez daha hak veriyorum ona manzaraya bakarken…

Yağmur bastırdı, bastıracak… Büyük Ada (bir zamanlar tavşanlar çok olduğundan Tavşan Adası) ve Boztepe Adası’nı, Karadeniz’in azgın dalgalarına karşı koyan ilçenin iki limanı, denizi ürkütücü bir kurşuniliğe boyayan yağmur yüklü bulutlar, asırlardır olduğu gibi bugün de harika bir peyzaj oluşturuyorlar…

Denizi, aşağılarda bir yerlerde yüzen balıkları, çevremizi saran yeşillikleri hissetmeye çalışıyorum… Bol oksijen, rüzgârın taşıdığı iyot kokuları Amasra bilgilerimi çabucak anımsatıyor:

Amasra’nın zemini, 1. Zaman’ın karbon döneminde oluşmuştu ve toprak altında bol miktarda taşkömürü bulunuyordu. Kuşkayası’nın biraz berisindeki minik koyun siyah kumlarının nedeni de kömürdü herhalde.

Kuşkayası, bir anıttı. İmparator Tiberius Germanicus Cladius zamanında doğru eyaletleri inşaat ordusu komutanlığı yaptıktan sonra ömrünün sonuna kadar vali olarak atanan Aguila tarafından yaptırılmış bir karayolu dinlenme anıtı… Dev kayada doğal kemerli bir niş içine oyma tekniği ile MS 40’lı yıllarda işlenmişti. Bir insan figürü ile bir sütun üzerine tünemiş kartal motifi, bugün de seçilebiliyordu. İki kitabesi bulunan anıt, Anadolu’da bilinen tek yol anıtıydı…

Sonra, kıvrıla kıvrıla Amasra’ya iniyoruz tepelerden… İlçeye vardığımızda koku belleğim beni uyarıyor: “Birazdan, Çekiciler Sokağı’na yaklaştığında ağaç kokuları” gelecek… Heyhat! Sonbaharla birlikte ıssızlaşan sokak, yıllar önceki özelliğini kaybetmiş… Ihlamur, şimşir, dişbudak, ceviz, kiraz, armut, kızılağaçtan yapılmış ürünlerin bulunduğu dükkânlar bir elin parmaklarını geçmiyor. Oysa bir zamanlar 100 metrelik sokaktaki dükkânlarda ağaç işçiliğinin her türlü ürününü bulmak mümkündü…

Sokaktaki dükkânlarda yine hayvan motifleri, çerez takımları, anahtarlıklar, resimlikler, tepsiler, çeşitli süs eşyaları satılıyordu, ama ithal ürünlerin ağırlıkta olduğu çok belirgindi…

Oysa Amasra’nın şimşir kaşıklarının ve salata kâselerinin üstüne yoktu… Salatanın yağını emen, ağacının kokusunu sebzelere sunan, yıkanmayıp kâğıtla silindikleri için hep yaşayan kâselerdi onlar… İçlerinde 33 çeşit malzemeden oluşan salatalar sunulmuştu yüzyıllarca… Yörenin yeşil bitkileri ve turşuları hem renk, hem lezzet cümbüşleri yaratmıştı içlerinde…

Çarşıyı çabucak geçiyor, rotayı ekmek kokularına çeviriyorum… Mutlaka çöven ekmeği almalıyım… Günün her saatinde bulunmayan Amasra ve Bartın’ın bu yöresel ekmeği için fırına uğruyorum. Şanslıyım ki henüz bitmemiş… Hemen söyleyeyim bu ekmeğin en büyük özelliği, 150 derecelik fırında çöven kabında pişirilmiş olması…

Limanı, Amasra Kalesi’ni dolaşmadan önce 1945’ten beri hizmet veren bir aile işletmesi olan Mustafa Amca’nın Yeri’nde Karadeniz mezgiti ve tekir, tabii ki Amasra salatasından oluşan bir öğle yemeği yiyorum… Yanında kızartılmış çöven ekmeği… Arkasından da yine bir yöresel lezzet, ballı yoğurt… Onun farkı ise, yoğurdun manda sütünden yapılması…

Yeniden dışarı çıktığımda güneş, yağmur bulutlarını yenmiş, kalenin duvarları üzerinde ışıldamaya çalışıyor… Kale ile çevresindeki evler bütünleşmiş, birbirlerinin ayrılmaz parçaları olmuşlar! Yine denize dönmekte, limandan ufka doğru bakmakta fayda var… Sonra ver elini müze… Tadilat nedeniyle kapalıymış, neyse ki daha önce gezmiştim… Şunu da söylemeliyim, 1884 yılında Denizcilik Okulu olarak yapımına başlanan, ancak bitirilemeyen binayı dışarıdan seyretmek bile güzel…

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar