Cem Karaca…

Faruk ŞÜYÜN
Faruk ŞÜYÜN ODAK [email protected]

Çarşamba günü yıldönümüydü… Tam on üç yıl geçmiş onu kaybedeli. Cumartesiydi, otomobilin radyosundan duymuştum… Kenara çekmiş, yüreğimdeki yanışı soğutabilmek için bütün camları açıp dakikalarca beklemiştim… Senelerdir iyileşmedi o duygu… O günden bugüne ara ara kendini hissettirdi; bir çizik, ince bir sızı olarak varlığını duyumsattı…

“Bir Gün Belki Hayattan” diye başlayan şarkının yorumcusundan söz ediyorum… Evet, evet bildiniz Cem Karaca’dan… Yıllardır dinliyorum; tekrar tekrar dinliyorum… Saatlerce söylüyor… Duygulanıyorum, efkârlanıyorum, kızıyorum, seviniyorum… Neredeyse her şarkısının bir hikâyesi var hayatımda…

Onu bilinçli bir şekilde izlemeye 70’lerin başında başladığımı düşünecek olursak yarım asırlık dinleyicisiyim ve hiç eskimedi bende…

Eşi İlkim Karaca, telefon rehberinde “F” harfi sayfasının en üstünde benim adımın olduğunu söyleyerek (çok, ama çok erken, 59 yaşında gitmesinin) ardından bir şapkasını, bir güneş gözlüğünü, bir tespihini, kalemliğini getirdiğinde bu emaneti teslim almaktan mutlu olmuş, gururlanmıştım… Düzenlediğim Ustalara Saygı etkinliklerindeki Cem Karaca’ya Saygı Gecesi’ni de başımda onun şapkasıyla sunmuştum… Hey gidi günler, hey!

Çok uzun yıllar önce Taksim Meydanı’nda, Atatürk Kültür Merkezi’nin tam önünde, onu arabamla evine bırakacağım bir gece (bir zamanlar aracımı AKM’nin tam giriş kapısının önüne park ederdim!) “Bu Son Olsun”u söylediğinde nasıl dans etmiştik bütün arkadaşlar birlikte…
Zorunlu yurtdışı yıllarının ardından Türkiye’ye döndükten sonra buluştuğumuzda otomobilinin kasetçalarından bana “Die Kanaken”i dinlettiğinde nasıl heyecanlanmıştım… Yine o günlerde ilk söyleşilerinden birini, o zamanlar Cağaloğlu Narlıbahçe Sokak’taki gazeteme gelip bana vermişti; birlikte çektirdiğimiz fotoğraf, kimbilir nerelerde?

Sonra, “Töre”nin kayıtları için stüdyodayken binanın pencerelerinden Haliç’i seyrettiğimiz o akşamüstü bir parçanın finaline - haddim olmayarak - müdahale edişim ve benim istediğim gibi plağa girmesi… Nasıl sevinmiştim…

Tabii çok daha gerilerde, özel gecelerdeki konserleri… Ve Türkiye’den ayrılmadan önceki bir etkinlikte yaşanan anlamsız tepkiler karşısında onu korumak için sevenleriyle kolkola girerek oluşturduğumuz çemberin içinde kulise götürüşümüz…

Aslında dostluğumuz, 1970’lerin ortalarında sevgili Toktamış Abi’min (Ateş) ağabeyi Ertunga Bey’in (ikisi de artık yoklar) şiirlerini “acaba besteler mi?” diye ona götürmemle başlamıştı… Önce telefon konuşmaları, sonra kopyaların teslimi… Hayranı olduğum sanatçı ile ahbaplık için ilk kanat alıştırmalarıydı… Şimdi düşünüyorum da ben halk musikisini sevmişsem, türküleri bugün de keyifle dinliyorsam, Cem Karaca’nın o yıllarda yorumladığı türkülerin payı çok büyüktür…

Fatih Şehir Tiyatrosu’nda sahnelenen Galileo Galilei oyununa gitmemdeki nedenlerinden birisi de müziklerini Cem Karaca’nın yapmasıydı… Varsa o kayıtları bulmayı, yeniden dinlemeyi çok isterim…

Genellikle yazları Bağdat Caddesi’ndeki bahçeli Budak Sineması’nda; kışları ise Beyoğlu’ndaki Fitaş Sineması’nda olurdu konserleri… Elimizde ilkel teypler ile gidip perdeye yansıtılan görüntüleri hayranlıkla izleyerek şarkıları gizlice kaydeder, sonra defalarca, defalarca evde dinlerdik… Çünkü, her defasında başka türlü yorumlardı Cem Karaca şarkılarını o konserlerde… Tıpkı o yıllarda posterleri duvarlarımızda asılı olan Deep Purplelar, Pink Floydlar, Uriah Heepler gibi…

Ya daha yakın tarihlerde Gülhane Parkı’ndaki konserler… Kuliste onunla sohbet etmenin keyfi… En ön sırada anne Toto Karaca, oğlunu nasıl gururla alkışlar, şarkılara binlerce kişiyle birlikte eşlik ederdi… Cem Karaca için anlatacağım o kadar çok şey, anımsadığım öyle çok anı var ki... Ama bunların çok ötesindedir bir sanatçı, yapıtlarıyla var olur, unutulmaz… Ne güzel ki Cem Karaca da bugün dinleniyor, anımsanıyor…

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar