Cari açık yükseldikçe KDV devredecek
Geçen hafta kısa vadeye de yansımaya başlayan bulutlu görünümü dağıtmak için politika değişikliklerine ihtiyaç olduğunu, ne var ki yoğunlaşan seçim atmosferinin de etkisiyle ekonomiyi canlı tutma kaygısının bu tedbirler açısından ufku tıkadığını belirtmiştik. Ancak biriken risklerin yeni genişlemeci açılımlar için marj bırakmadığı kanaati kamu yönetiminde de hakim olmalı ki ilk tedbir işareti bu hafta ortaya çıktı: Devreden KDV iadeleri ile ilgili düzenleme parlamentodaki görüşmeler sırasında KDV Yasası’nda değişiklikler içeren tasarının kapsamından çıkarıldı. Üstelik düzenlemede kesin hükme bağlanan ödemelerin ancak 2020’de başlayacak olmasına ve daha önceki dönemlerden kalan KDV konusunda sadece Maliye Bakanlığı'na yetki devri öngörülmesine rağmen bu geri adıma karar verilmesi sadece önümüzdeki yıla değil orta vadeye uzanan politika revizyonu söz konusu olduğunu gösteriyor.
Söylem düzeyinde 2017 yılını yüksek büyüme ile bitirmenin coşkusu hakim görünse de hem konjonktür koşullarındaki değişme, hem de büyümenin kaynakları ve sürdürülebilirliği konusunda yaşanan huzursuzluk bunu zorunlu kılıyor. Artık yapısal nitelik kazandığı için yakın gelecekte düşmesi mümkün olmayan yüksek cari açık ve kalıcı hale gelen çift haneli enflasyon ortada iken kontrol edebileceğimiz tek parametre durumundaki bütçe dengesinden vazgeçme lüksümüz yok. Çünkü orada da ipin ucu kaçarsa sert bir kırılma ile karşılaşma ihtimali artabilecek.
KDV iadesi ve reel sektör
Aslında biriken KDV sorunu, reel sektörün içinde bulunduğu sıkıntının sadece bir boyutu. Milyonlarca işletmemizin büyükçe bir bölümü mikro işletme, kalanı ise KOBİ. Şimdi ciro bağlamında kapsamı da genişletip 910 şirket dışında neredeyse bütün ekonomiyi KOBİ haline getirmeyi ve tümünü teşvik, destek ve hibelerle canlı tutmayı düşünüyoruz. KGF kefaletiyle sağlanan ve geçen yıl büyüme performansında etkili olan geniş kapsamlı kredi desteğinin dışında 50 bin kadar işletmenin yararlandığı ve geçen yıldan sonra bu yıl da miktarı arttırılarak uygulanan düşük faizli “nefes” ya da “cansuyu" kredisi bu desteğin en önemli bileşeni.
KOBİ’lerin finansa erişiminin artırılması kuşkusuz olumlu bir gelişme; ancak bizim KOBİ’lerimizin büyük bir bölümünün Alman KOBİ’leri gibi yüksek katma değer ve teknoloji üretmedikleri, aldıkları krediyi yatırıma değil işletme sermayesine ya da eski kredi borcunun ötelenmesine ayırmak zorunda oldukları da ortada. Nefes ya da cansuyu kredilerinin ise sadece ayakta kalma amacına yöneldiği isimlerinden belli. Bütün bunlara ekonomideki rant odaklanmasının imalat sanayiinin cazibesini iyice azalttığı eklenirse reel sektörün sadece kredi desteğine değil, ölçek ve katma değer odaklı bir stratejik dönüşüme ihtiyaç duyduğu açık. Kamu yönetiminin de, TOBB gibi özel sektör örgütlerinin de kaynak ve destek dağılımını, sorunlu da olsa mevcut yapıyı ayakta tutmaktan çok yüksek kapasiteli ve sürekli desteğe ihtiyaç duymayacak şirketler oluşturmak için yönlendirmeleri daha yararlı olacak.
KDV iadesine dönecek olursak devreden KDV’nin zaten kronik kaynak sıkıntısı içindeki yatırımcı ve ihracatçıları haksız bir finansman yükünü taşıma zorunda bıraktığı açık. Ancak tasarının kamuoyunda ivedi bir nakden iade şeklinde algılanması zaten hatalıydı; yasadaki sistemin değiştirilmesi ve 2019’dan itibaren yeni dönemlerde 12 ay içinde indirilemeyen KDV’nin hızlandırılacak vergi incelemeleriyle 3 ay içinde iadesinin amaçlandığı bir yapı öngörülüyordu.
Bu sistem değişikliğiyle ilk iadeler de 2020 yılında yapılabilecekti. 2018 sonu itibariyle devredecek KDV’nin nakden veya mahsuben iadesi ise bütçe imkanlarına göre Maliye Bakanlığı’nca belirlenecek bir program ve takvim çerçevesinde olacaktı. Toplamda 167 milyar TL olduğu belirtilen devreden KDV’nin önemli bir bölümü de kamu idareleri ve belediyelere ait bulunuyordu, dolayısıyla özel sektöre yapılacak iade bu tutarın yaklaşık yarısı olabilecekti.
Tasarıda ayrıca Ar-Ge, inovasyon, teknoparklarda yazılım ve sağlık turizmi için istisna ve grup şirketler için konsolide KDV uygulaması öngörülüyor. Gerçekçi ve selektif olan bu olumlu hükümler tasarıda yer almaya devam ediyor. Mali çıpayı gevşetmemek için hükümetin bir tercih yaptığı anlaşılıyor.
Nominal değil reel büyümeliyiz
Elimizi daraltan ve büyüme sevincinin yaygın olarak hissedilmemesine yol açan temel sorun, kronikleşen ve yapısal karakter kazanan cari açık ve enflasyon ile izlenen para politikasından dolayı bunlara eklenen kur baskısı. Bu nedenle sürekli aynı seyri izlemese de zaman zaman yükselen büyüme ile birlikte enflasyon da, cari açık da yükseliyor ve Türkiye “kırılgan ülkeler” liginden çıkamıyor. Bütün çabalara ve kırılan rekorlara rağmen, dış kaynak ve doğrudan yatırım girişinin giderek azalmasıyla sürekli yükselen döviz kuru nedeniyle, dolar cinsinden milli gelirimiz hala 2012’deki düzeyinin, kişi başına milli gelirimiz de 2008 düzeyinin altında.
Mevcut üretim ve büyüme şablonunu değiştirmedikçe olmazsa olmazımızın dış kaynak girişi ve yatırımcı güveni olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. 2017 yılında belirginleşen doğrudan dış yatırımlarda duraklama, bazı yatırımcıların faaliyetlerini küçültmesi, bazı markaların Türkiye’yi terketmesi artık küresel yatırımcılarla aynı dili konuşmadığımız izlenimini güçlendiriyor. Korkarım ki dilimiz ve şablonlarımız aynı kaldıkça nominal büyümelerimiz reel gerilemelere dönüşebilir!..