Çaresiz
“O şimdi, kapalı bir kitap gibi.” Kuşağının en önemli ikonlarından biri olarak tanımlanan, sıradışı bir kişiliğe sahip İngiliz felsefeci ve yazar Iris Murdoch’un yaşamını konu alan “Iris” adlı filmde geçiyor bu cümle… Söyleyen, yazarın eşi, edebiyat profesörü John Bayley. “Bu, masalsı bir öyküde yaşamaya benziyor. Bilinmeyen ve gizemli bir dünyada kaybolan güzel bakireye âşık olan bir genç adam olarak ben, her an ve her zaman onun döneceğini düşünerek yaşıyorum” diye devam ediyor Bayley.
Oysa dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmıştır Iris, çünkü alzheimer’a yakalanmıştır. Yani tedavisi olmayan bir hastalığa. Beyni, bulunduğu suyun içinde büzülmekte, körelmekte, içerisindeki odalar birer birer kapanmaktadır. Ne ilaç, ne başka bir şey, hiçbir fener yoktur ona bu yolculuğunda eşlik edecek. Yanınızdadır, ama gittikçe kaybolduğuna tanık olmaktasınızdır.
Iris’in 40 yılı aşkın bir süredir evli olduğu Bayley, ağıt yazıyor "Belki de Alzheimer koşullarının etkisini en korkunç biçimde yaşayanlar, kimliklerine sımsıkı yapışıp bırakmayanlardır. Iris'deki kimlik duyumu eksikliği, onu, kafasını dolduran boşluk dünyasına yumuşacık kaydırıvermiş gibi geliyor bana" diyor…
Bir kara delik gibi emmekte, tüm beyinsel enerjisini almaktadır hastalık. Müthiş acı vericidir çevresindekiler için. Sanki yeniden çocukluk yıllarına dönmektedir beyin fonsiyonları… Fiziksel olarak da küçülmüştür, yaşlı bir çocuktur artık! Bırakın önceki yılları, kısa bir süre öncesinde göre bile durumu daha kötüleşmektedir. Aletleri kullanamamakta, okuyamamakta, hatırlayamamakta, tuvalete gidememekte, konuşamamakta, (…)dır.
Bakan kişi/kişilerin, onu sevenlerin acısı gittikçe büyümektedir. Bedensel ve manevi ıstırap artmakta, o alzheimer’li hasta ise bunların hiçbirinin farkında olmamaktadır. Oysa ah, o eski günler… Ruhu sonsuza dek yanınızdadır, ama belleğinize kazınmış o güzel günleri aramamak mümkün müdür?
Richard Eyre’in yönettiği 2001 yapımı “Iris”i geçtiğimiz günlerde yeniden izledim… Dünya Yayıncılık’tan Nilgün Şarman’ın çevirisiyle çıkan “Iris’e Ağıt” kitabını tekrar okudum… Bayley’in çaresizliğini bir kez daha içimde yaşadım…
Tıpkı, yıllar öncesindeki gibi:
Çünkü, alzheimer hastası Iris, John Bayley’in karısıydı; benim çaresizliğim Fethi Bey ise babam! Melahat Hanım’ın “bey”i. 85 yıllık yaşamının 40 küsur senesini birlikte geçirmiştik. Ve o bu dünyadan gidene kadar bu birliktelik sürsün istiyorduk, olmadı… “Ölüm bize ayırana dek”ten öte bir ayrılmayı hiç düşünmemiştik. Böyle bir ayrılmak, aklımızın kıyısından geçmemişti…
Ama Fethi Bey’in bedeni yanımızda olmasına rağmen beyni, bizi çoktan terk etmişti… Bilinmeyen bir dünyaya gitmişti. Ve asla bir daha geri dönmeyeceğini söylemişti doktorlar… Asla! Bizden uzaklaşmasını saat saat, gün gün yaşamıştık, yüreğimiz parçalanmış; annem, saçını süpürge etmiş, koşuşturmaktan bitap düşmüştü… Onu da kaybetmek üzereydim… “Çaresiz, çaresiz” diyorlardı doktorlar, “anneniz tek başına dayanamaz buna!”
Babamı, en son, evimizde dans ederken hatırlıyorum; kim bilir kafasında hangi müzik çalıyordu ki dans ediyordu, gülümsüyordu…
Sonra, bedeni de dayanamadı… Şişli Camii’nden yolcu ettik…
Bilmiyorum neden yeniden seyrettim “Iris”i? Bir gerçek var ki yıllar önce biriken çaresizliğin getirdiği tortu, bir kez daha yayıldı bütün hücrelerime gözyaşlarım incecik süzülürken…