Çare üretelim
Son zamanlarda ciddiye alınması gereken yayın organlarında, ciddiye alınması gereken yazarlar ve ciddiye alınması gereken kurumlardaki, ciddiye alınması gereken kişiler Ülkemizin ekonomik (ve siyasi) gidişatını beğenmedikleri için “Çare üretmek” gereğinden bahseder oldular. Bu yazarlardan ve kişilerden büyük bir çoğunluk bunu uzun zamandır söylüyorlardı. Beni ciddiye alıyor musunuz bilemem ama kendimi “çare üretmek” gerektiğini söyleyenler arasında görüyorum. Bu yazı ve söylevlerin büyücek bir kısmı ABD dolarının TL karşısındaki değer kazancı tarafından ateşlendi. Yazılarımı takip eden okurlar hatırlayacaklardır. Okurlarımdan “Dolar ne olur?” gibi sorulara bundan aylar önce “Artık sormayın kardeşim yükselecek” diyerek cevap vermiştim. Ne zaman ne kadar yükselir bilsem zaten gazeteye yazmam, kendim kullanırım, en azından kendimi Nobel’e aday gösteririm.
Türk Dil Kurumu’na göre ‘çare’ bir sonuca varmak, ortadaki engelleri kaldırmak için tutulması gereken yol, çıkar yol, çözüm yolu demekmiş. Farsça bir kelime. Bir çok aklı eren yazar ve kişi ‘çare’ aradıklarına göre, varılması istenen bir sonuç var varamıyoruz, varmak istediğimiz yere varmamızı engelleyen maniler var kaldırmak istiyoruz ve bunun için yol, yöntem arıyoruz anlamı çıkıyor. Bu yazar ve konuşmacıları ciddiye aldığım için ortada bir sorun var diyorum. Sorunların çözümünün ilk şartının ‘sorunun varlığını’ kabul etmek olduğunu herkes bilir. Demek ki bu çözüm yolunu bulmakla yükümlü olanların, çözüm yolu önermek isteyenlerin ilk yapacakları iş bir sorun olduğunu kabullenmek ve sonra sorunu tanımlamak.
Okudukça her iki konuda da bir fikir birliği olmadığını anlıyorum. Eğer yanılıyorsam Allah rızası için beni düzeltin. Bir kısım “Sorun morun yok efendim” derken bir kısım “Ciddi sorunlarımız var” diyor. Bazıları “Şimdi sorun yok gibi gözüküyor ama, ciddi sorunlar yolda” diye bağırıyor bazıları “Şimdi sorun var gibi görünüyor ama geçer, meraklanmayın” diyor. “Sorun var” veya “Yolda” diyenleri “Sorun yok” veya “Var gibi görünüyor ama geçecek” diyenler felaket tellallığı ile suçluyorlar. O da yetmiyor ‘rejim değiştirmek için felaket davet etmekle” itham ediyorlar.
Anlaşılan sorun var mı konusunda bir fikir birliği yok. Peki sorun var diyenler sorunun tanımı konusunda anlaşıyorlar mı? Beni mazur görün ama sorunun tanımı konusunda da bir fikir birliği okumadım. Kimine göre doların kontrolsüz yükselişi sorun, kimine göre sermaye piyasasından yabancıların çıkması, kimine göre cari açık, kimine göre yükselen dış borç maliyeti, işsizlik, politik sallantılar. Kimine göre hepsi.
Bu köşede ‘bir sorunun tanımı sorunun nedenleri çerçevesinde yapılmazsa çare bulunmaz’ hipotezini anlatmak için yeterli yer ve vakit yok. Sadece bunu aklınızda tutmanızı rica edeceğim. Bir sorunu o sorunun nedenleri açısından tanımlamazsanız çaresini de bulamazsınız. Bu yazıda ne sorunu ne de nedenlerini tanımlamaya çalışacağım. Sadece Türkiye’nin genel ekonomik sağlığının uzun bir sürededir bozulduğu kanısında olduğumu söyleyerek bu konuyu başka bir bahara bırakacağım.
Peki bu yazıda ne yapacağım. Şunu yapacağım. Genel ekonomik durum iyiye gitmiyorsa reel sektör dediğimiz sektör ne yapabilir onu tartışacağım. Yani, siz ekonomi tıkırında diyen reel sektör temsilcilerindenseniz boş verin okumayı. Sinemaya gidin.
Ekonomik durum iyiye gitmiyorsa reel sektör bir sürü olumsuzluk arasında iki tanesine karşı özellikle hazırlıklı olmak zorundadır. Bunlar;
1) Talebin ya satılan miktar ve/veya eder olarak düşmesi ve
2)) Girdilerin pahalılaşması olarak adlandırılabilir.
Bu olumsuzlukları ülkemizde halen görüyoruz ama bana soracak olursanız daha ciddi hale gelecekler. Bu iki olumsuzluk temenni ederim kriz seviyesine gelmez. “Ekonomimizin temelleri sağlamdır. Bir şey olmaz” lafı kusura bakmayın ama bana yeterli gelmiyor. Şimdi reel sektördesiniz. Ne gibi hazırlık yapmalısınız. İki şeye bakacaksınız. Maliyetlerinizdeki ithalat ağırlığı, girdilerinizin para birimi ve pazarlarınızın iç ve dış çeşitliliği. Bunlara göre iki şeyi değişik oranlarda yapabilirsiniz. Yani çare birbirlerini dışlamayan iki seçenek halinde. Biri likit kalmak, ikincisi stok tutmak. Bu iki çözüm de genel ekonomiye yararlı değil. Tüm işletmeler bu dediklerimi yaparlarsa ekonomiyi batırırız. Gelmeyecek olan kriz gelir. Hiç bir işletme bu dediklerimi yapmaz da kriz gelirse çok işletmenin canı yanar. Hem de fena yanar. Yapanlar kurtulur. Bence olacak olan da budur.
Nasıl likit kalınır? O göreceli olarak kolay. Likit kalmanın en kısa yolu bulabilirseniz işletmenin tamamını veya bir kısmını satmaktır. Bunu yapanları görüyorum. Veya masrafl arı, yatırımları kısarsınız. Bunu yapanları da görüyorum. Gelirleri döviz cinsinden olan işletmelerde hazır faizler düşükken borçlanmaya çalışanları da biliyorum. Parayı, söz gelimi, ham madde veya işle ilgili bir konu yerine çabuk paraya çevrilebilecek başka şeylere yatıranlar da var. Sizin anlayacağınız bazı işletmeler sanki kriz gelecekmiş gibi hazırlanıyorlar. Dediğim gibi herkes böyle hazırlanırsa sahiden bir kriz sahibi oluruz. Likit kalmayı dışlamayan ama ondan değişik bir diğer seçenek stoklara yüklenmektir. Özellikle geliriniz TL girdi maliyetlerinizin önemli bir kısmı döviz kurları cinsindense şimdi hammadde stoklarına yüklenip beklemeye alabilirsiniz. Yani bir anlamda piyasadan mallarınızı çekmeye başlarsınız. Mamul malları kanallarda ve elinizde biriktirebilir, üretimi yavaşlatıp piyasaları beklersiniz. Bunu her işletme yaparsa gerçekten de ciddi bir krize gireriz.
Sözün kısası dostlar, algılanan ekonomik krizlere işletmeler bazında getirilecek çözümler ekonomik krizleri doğururlar. İşte bu nedenle “ekonomik kriz mi? O da ne? Yok canım öyle bir şey” demeçlerini bırakıp yöneticilerin algılarına dikkatle bakmak, onlarla konuşmak yani onları dinlemek gerekir (maalesef bir çok insan konuşmanın dinlemek gibi bir yönü olduğunu unutup, kendilerinin nutuk atmasını konuşma sanır). “Eğer işletme yöneticileri bir ekonomik krizin geleceğini algılar ve buna göre önlem almaya başlarlarsa, gelmeye niyeti olmayan kriz bile mutlaka gelir.” Yöneticilerin algıları da onları azarlamakla değişmez. Sağlıcakla kalın.