‘Çare’ aramak
İstemeyerek de olsa bu yazıyı da bir şekilde merkez bankası, para politikası, kur ve faiz dörtlüsü üzerine kurgulamak zorunda kaldım. “İstemeyerek de olsa” çünkü son zamanlarda yeterince üzerine kafa yorduğumu ve takip edenleri de meşgul ettiğimi düşünüyorum. “İstemeyerek de olsa” çünkü hali hazırda ülkenin çoğunluğunda konu ile alakalı olsun olmasın fikir yürütme çalışmaları devam ediyor.
Yakın dönemde paylaştığım yazılarda enflasyonun bugünün konusu olmadığına, dünden devraldığımız bir hikayenin devamına işaret ettiğine ve politika belirlemenin ne kadar önemli olduğuna değinmeye çalıştım. Politika derken akla ilk gelen genellikle ‘para politikası’ oluyor. Hayır. Aksine, büyüme, enflasyon, yapısal değişiklikler, geleceği inşa etme gibi başlıklardan bahsediyorum. Maalesef iktisatta hepsi bir anda olmuyor. Kapsayıcılık fikri ile geneli düşünülse de koşullar sizi bir ayrım yapmanız gerektiği noktaya getiriyor.
Denemekten zarar gelmez. Yine de olabildiğince farklı başlıklar üzerinden konuyu bağlamaya çalışacağım. Faiz-kur ilişkisi üzerine girilen döngüden hiçbir tarafın yarar sağlayamayacağı aşikar. Mayıs 2013’ten bu yana –Bernanke’nin meşhur konuşması sonrası- üzülerek de olsa dönem dönem bu döngü içerisine girmek zorunda kalıyoruz. Halletmemiz gereken ciddi sorunlarımız var. Gizli saklı değil. Yüksek sesle tartışılan, tartışılması da gereken sorunlar hem de. Yüzde 50’nin üzerinde işgücüne katılım oranımız söz konusu. Bu da bizi bir şekilde potansiyel büyümeye yaklaşmaya, mümkünse de üzerine gelmeye zorluyor. Varmak istediğimiz nokta belli; işsizliği, özellikle de genç işsizliği düşürmek. Zamana yaymayı, model geliştirmeyi çoğunlukla öteliyoruz. Kısa vadede önümüze bakmak istiyoruz. Öte yandan zor bir coğrafyada bulunuyoruz. Sizin sürece dahil olup olmamanız konudan tamamen ayrılmanıza imkan tanımıyor. Olsa olsa etkilenmedeki dalga boylarınız değişiyor. Irak’ın işgali, Suriye’de iç savaş süreci, sınırlarımız içerisinde meydana gelen terör olayları gibi örneklerle konuyu genişletmek mümkün. Yani, jeopolitik konum da önemli. Başka ne söyleyebiliriz? Mesela yurt dışı yatırımcı nezdindeki algılama ve politikadaki belirsizlik düzeyinin olabildiğince düşük olması. Bize has başlıklar değil bunlar. Dünyanın her yerinde aynı kalemler üzerinden gidiliyor. Brezilya, Güney Afrika, İngiltere, ABD, her yer.
Nedir son dönemin en popüler tartışma başlığı? Türk lirasının değer kaybı. Çare olarak sunulan reçetenin ilk sırasında yer alan ilaç? Faiz artışı. Çare midir? Bir dönem Galatasaray taraftarının dilinden düşmeyen ‘Çare Drogba’ sloganını hatırlar mısınız? Kur için de çare faiz midir? Zamanlamasına, içinde bulunduğu koşullara –hem iç hem dış- yaratabileceği etki düzeyine, sebep-sonuç ilişkisine göre vereceğiniz cevap da değişir. Değişmeli de.
Merkez Bankası’nı enflasyonla mücadele sürecindeki net başarı-başarısızlık performansı üzerinden eleştirebiliriz. Sonuçta kamuoyu ile paylaşılan resmi hedefler, oluşması beklenen orta noktalar ve yılsonu gerçekleşmelerine şeffaf bir şekilde ulaşmak mümkün. Ancak konu para biriminin değerini savunmak ve faiz artışı olduğunda pencereyi genişletmekte fayda var. ‘Sebep-sonuç’ ilişkisini yukarıda özellikle geçirdim. TCMB’nin bugün konuştuğumuz süreçte sebep ya da sonuç olduğuna odaklanmak en sağlıklı olanı. Ayrıca bu kriterin yanına ‘rahatsızlıktan anlaşılan’ ve ‘yaratabileceği etki düzeyi’ kavramlarını da eklemek gerekiyor.
Geçtiğimiz hafta içerisinde TL uzlaşmalı vadeli döviz satım ihaleleri düzenleneceği açıklandı. Son yazımda anlatmaya çalıştım; iletişim önemli. Kamuoyunda yeterince tartışılmadan, sinyali verilmeden, çok kısa bir süre içerisinde başlanan bunun gibi yeni ürünlerin etki boyları tahmin edilenin gerisinde kalabiliyor. 11 Ocak sonrasında Geç Likidite Penceresi (GLP) uygulamasının ilk dönemleri buna örnek olarak gösterilebilir. Yerli/yabancı analist ayrımı anlaşılma sürecinde su yüzüne çıkmıştı.
Gelin Drogba ile başladığımız yazıya Alex ile son verelim. Uzun lafı kısası, Merkez Bankası kendi imkanları dahilinde bir şeyler yapmaya çalışıyor. Türk lirasının değer kaybından da –sepet kur-, enflasyon görünümündeki bozulmadan da rahatsız olunduğu aşikar. Vadeli döviz satım ihalesi de, Salı günü açıklanan bankaların borçlanma limitlerine yönelik hamle de bu durumla alakalı. Sanıyorum ki her ikisi için de ‘Bir Alex Değil Ama’ demek durumu özetleyemeye yeterli olacaktır. Ağustos ayının sonunda USD borçlanarak TL’ye yatırım yaptığınızda elde edeceğiniz getiri düzeyi (carry trade) bugünkü koşullarda oluşan seviyenin gerisinde midir üzerinde midir? Benim hesaplamam gerisinde olduğunu gösteriyor, %0.88’ten %0.92’ye gelişim söz konusu. Bu duruma İki farklı cevap vermek mümkün; i) O dönem kabul edilen faizin koşulları ile bugün aynı değil (hayır diyemem). ii) Risk algısında bozulmayı hızlandıran farklı nedenler belirmiş olabilir (kesinlikle evet derim).
Doğru cevaplar almak için doğru soruların sorulması gerektiğine hep inanmışımdır. Doğru soru da bilgi düzeyini gösterir. Gerçekten bugün TL’nin değer kaybındaki tek sorumlu TCMB mi?