Çanakkale içinde sosyal sorumluluk
Yıllık izin, ardından bayram derken üç haftadır ayrı düştük. Ama tabii, yılın bütün enerjisini depolayıp tekrar geri döndük. Bu yıl, uzun zamandır gitmeyi düşünüp de bir türlü gidemediğimiz Gelibolu'daydık. Hani insan yakın yerlere "nasıl olsa gideriz" deyip bir türlü gidemez, üstelik de sürekli yolu oradan geçtiği halde bir türlü kalamaz ya; biz de yıllardır bugün yarın derken memleketin bu cennet köşesini yeni gördük.
Tabii Gelibolu Yarımadası deyince tatilden çok "tarih" önem kazanıyor. Çanakkale Savaşları'nın yaşandığı şu andaki Gelibolu Milli Parkı'nın, insan tahribatından, yazlıkların, otellerin işgalinden uzak kalabilmeyi başarmış koylarını kumsallarını anlatmaya gerek yok herhalde. Benzer şekilde Milli Park içindeki köyler ve tarlalar da görülmeye değer. İnsanın az, doğanın çok olduğu yerleri sevenler için bire bir... Özellikle İstanbullular için de Boğaziçi'nden başka bir boğazda balık yiyip rakı içmek de gerçekten eşsiz bir deneyim.
Gezi sırasında dikkatimi çeken iki nokta oldu. Bunlardan biri ne yazık ki pek olumlu bir durum değil, ama diğeri olumlu bir örnek...
Dediğim gibi, Çanakkale, Gelibolu, Eceabat, Kilitbahir, Seddülbahir dendiğinde akla denizden güneşten önce tarih gelir. Bu topraklara gelmeden, yarıdan fazlası bizden olmak üzere 400-450 bin kişinin hayatını kaybettiği yerleri görmeden, şehitlikleri ziyaret etmeden, tabyaları, Kilitbahir Kalesi'ni, Çimenlik Kalesi'ni gezmeden, Seyit Onbaşı'nın, Yahya Çavuş'un, 57'nci Alay'ın, Nusret Mayın Gemisi'nin, Muavenet'in öykülerini dinlemeden, Conk Bayırı'na, Arı Burnu'na, Anzak Koyu'na ayak basmadan 1915'te Çanakkale'de yaşananları anlamak gerçekten zormuş; söylerlerdi de inanmazdık... Tabii bizim bu tarihi anlayıp kavramamızda, bize rehberlik eden değerli arkeolog ve sanat tarihçisi Ömer Yörükoğlu'nun engin bilgisinin ve bir o kadar da canlı anlatımının payı olduğunu da hemen ekleyelim.
Evet, Çanakkale hepimizin ortak tarihi. Buraya yalnız biz değil, Avustralya'dan Yeni Zelanda'dan, İngiltere'den ve Fransa'dan da çok sayıda ziyaretçi geliyor ve o günlerin anısına bölge neredeyse o günkü gibi korunarak adeta bir açık hava tarih ve insanlık müzesi haline getirilmiş. Ancak son yıllarda Türkiye'de yaşadığımız toplumsal kamplaşmadan ortak tarihimizi barındıran bu önemli bölgenin de nasibini aldığını üzülerek öğrendik. Türkiye'nin dört bir yanından, özellikle de İstanbul'dan iktidar partisine mensup belediyelerin bölgeye büyük miktarda ziyaretçi taşıması elbette takdir edilecek bir faaliyet. Ancak bu ziyaretçi taşıma sürecinin Çanakkale'de bir kamplaşma ve kutuplaşma vesilesi olduğunu da Eceabat ve civarında yaşayanlar sıklıkla anlatıyor. Turizmden doğan gelirin belirli bir çevreye aktarılmasına yol açan bu kutuplaşmanın, kısa vadede birilerine gelir kapısı yaratsa bile, uzun vadede tarihimize, ortak değerlerimize, bölgenin turizm turizm potansiyeline zarar vereceğini tahmin etmek güç değil. Çanakkale Savaşları'nda yaşananlar abartıya, eklemeye gerek bırakmayacak kadar efsanevi ve gerçek üstüyken, bu tarihe olmadık eklemeler yapmak, abartılar yakıştırmak, hatta ve hatta bu tarihi belirli bir dini-ideolojik cepheye mal etmek, üstüne bir de bundan rant sağlamaya çalışmak hem bu toprakları ziyaret edenlere, hem de o günlerde bu tarihi yazanlara en büyük haksızlık olsa gerek...
Savaşların cereyan ettiği Eceabat ve civarında dikkat çeken bir diğer nokta ise, bölgenin bir sosyal sorumluluk projesi kapsamında ciddi olarak yenilenmesi. Opet'in 2006 yılından beri yürüttüğü "Tarihe Saygı Projesi"yle Eceabat'a bağlı sekiz köyde başarılı bir rehabilitasyon çalışması göze çarpıyor. Köy yapılarının restorasyonu, müzeler ve anıtlar yapılması, modern tuvaletler inşa edilmesi, köylere satış reyonları kurulması, şehitliklerin yenilenmesiyle Opet adeta bölgeye imzasını atmış durumda. Eceabat sahilinde kurulan Tarihe Saygı Parkı'nda milli park içinde gezeceğiniz tüm mekanları birarada gördükten sonra gittiğiniz her köyde, her şehitlikte yine Opet'le karşılaşıyorsunuz. Ancak buralarda da şirketin kendi adından çok "Tarihe Saygı Projesi"nin öne çıkartıldığını görüyoruz. Örneğin Kabatepe Köyü'nde yemek yediğiniz lokantada oturduğunuz sandalye bile "Tarihe Saygı" damgasını taşırken Opet mümkün mertebe kendini daha geri planda tutuyor. Ancak bölgeyi ziyaret edenlerin de göreceği gibi, ziyaretçiler için kısa bir süre sonra "Tarihe saygı" ile Opet'in adı özdeşleştiği için zaten proje şirket açısından amacına ulaşmış oluyor. Projenin restorasyon, yenileme ve bölgeye yeni alanlar kazandırma dışında sürdürülebilirlik açısından da önemli bir çabası göze çarpıyor. Bölge halkına verilen seminerler ve eğitimler bunun bir parçası. Diğer parçası ise köylere kurulan satış standlarından muhtarlıklara gelir aktarıcı bir mekanizma oluşurulması ve böylelikle yerel hizmetlerin geliştirilmesine de bir katkı sağlanması. Projenin en önemli başarısı ise bölgede yaşayanların projeden memnun olması tabii.
Görüldüğü gibi kimileri Çanakkale Savaşları'na bağlı olarak ortaya çıkan turizm rantını kendilerine aktarmak için yeni bir Çanakkale savaşı başlatırken, kimileri de yılda iki milyon kişinin ziyaret ettiği bu açıkhava müzesinin daha çok ziyaretçi çekmesi, bölge insanının daha fazla kalkınması için kaynak aktarıyor, omuz veriyor. Dileğimiz elbette birinci örneğin giderek azalması, ikinci örneğin ülkemizin dört bir yanında yaygınlaşması.