Cam üzerine notlar

Faruk ŞÜYÜN
Faruk ŞÜYÜN ODAK [email protected]

Meraklı olduğum konulardan birisi de camdır. Yıllardır biriktirdiğim cam objelerden birkaç tanesi ya çalışma masamda veya hemen karşımda, başımı kaldırdığımda görebileceğim bir yerlerdedir her zaman. Cam tutkusu, ilk kitabımın kapağına da yansımış, Oğlak Yayınları'ndan çıkan "Beklemek ve Ummak"ın üzerinde, Mine Tezer'in objektifinden şekillenmekte olan erimiş bir camın görkemli görüntüsü yer almıştır…

Türkiye İş Bankası Müzesi'ndeki Şişecam'ın 76 yıllık serüvenini anlatan "1935'ten Günümüze Camla Yazılan Tarih" sergisinden yola çıkarak Prof. Dr. Önder Küçükerman'la gerçekleştirdiğim (haftabaşında bu sayfada okuduğunuz) söyleşiden sonra cam, bu yazının konusu olacak kadar yoğun bir biçimde zihnimi meşgul etti...

O, yalnızca güzel, sevdiğim objelerin ismi değil artık. Çünkü, Prof. Küçükerman'ın anlattıkları, öncelikle cam sözcüğünün anlamı üzerinde düşünmediğimi fark ettirdi. Cam, "çoğunlukla saydam veya yarısaydam halde kullanılan, genellikle sert, kırılgan olan ve sıvıların muhafazasına imkân veren inorganik malzeme" olarak tanımlanıyor. Yani diğer sözcükler, örneğin elma, kitap, kum, deniz, bardak deyince gözümüzün önüne geldiği gibi biçimi olan bir nesne değil. Bir prosesin sonunda oluşan malzemenin ismi...

İlk camlar, herhalde volkan patlamalarında lavların ısısıyla kumların erimesi sonucu doğal olarak oluşmuş. İnsan yapımı olanlar ise İ. Ö. 5 binlere kadar tarihleniyor. Suriye, Mısır, Kıbrıs, Rodos camın ilk üretildiği yerler. İ. S. 330'larda cam ustaları Bizans'a yerleşiyorlar ve 590'lara gelindiğinde kilise pencerelerinde cam kullanılmaya başlanıyor. 600'lerde üretilen camların, tüm dünyadaki kiliselerde aranılır olmasıyla, Venedik'i, daha doğrusu üretimin yapıldığı Murano Adası'nı tüm dünyaya tanıtan bir sektör oluşuyor.

Türkiye'de cam yapma sanatı Selçuklularla beraber başlıyor ve İstanbul'un alınmasıyla gelişiyor. Daha o senelerde İstanbul ve çevresinde birçok cam atölyesi var. Çubuklu yakınlarında kurulan kristal cam imalâthanesinde çeşm-i bülbül adı verilen camlar üretiliyor. Türkiye'de çağdaş anlamda ilk cam fabrikası, 1935 yılında Türkiye İş Bankası tarafından Atatürk'ün direktifleriyle kuruluyor ve yaptığı büyük ölçekli yatırımlarla yarattığı katma değeri bugün, Türkiye sınırlarının da ötesine taşımakta...

Prof. Küçükerman'la sohbetimizde öğrendiklerimden birisi de nazar boncuklarının kırılmak için yapıldığı... Biribirinden farklı karakterlerde mavi, beyaz, sarı camlar bir araya getirildiğinde çıkan ürünün kırılmaması imkânsızmış... Er geç çatlıyor ve biz, bunu nazara bağlıyoruz!

Cam üretiminde içinde bulunulan mevsim, dışarıda esen rüzgârlar bile çok önemli... Örneğin yaz aylarındaki üretim sırasında kışa göre çok daha fazla cam kırılıyor. Bu gerçek ışığında Önder Bey'in fabrikaya ilk başladığı yıllarda tasarımını yaptığı camların hemen hepsi, o dönemin meşhur ustasının deneme üretimlerinde kırılıyor. İşte biraz önce anlattığım gerçeği de bu nedenle öğreniyor: Eğer Beykoz'da hava lodossa ve usta, elindeki soğumakta olan cam objeyi pencere önünden geçiriyorsa, kırılma kaçınılmaz oluyor!

Cam üretimi son derece maliyetli bu nedenle de devlet desteği veya çok güçlü bir kuruluşun bünyesinde olmadan yapılan çalışmaların, butik değil de büyük ölçekliyseler, başarı şansları hemen hemen yok gibi... Bu varsayım yalnız ülkemiz için değil, tüm dünyada da geçerli. Bin 300 derece sıcaklıktaki fırının 24 saat aynı ısıda yanma ve sürekli üretim yapma zorunluluğu maliyet yüksekliğinin göstergelerinden birisi. Bu ısı biraz düşecek olsa, fırın kullanılamaz hale geliyor...

Bu kırılabilecek cam ürünleri depolamanın da maliyeti çok yüksek olduğundan hemen satılacağı bölgelere transfer etmek gerekiyor ve hemen onunla birlikte ama bu kez de ambalaj sorunu çıkıyor... Kırılmaya ve örneğin suya dayanıklı ambalajlar üretmek gerekiyor...

Cam, muhteşem bir konu... Bu köşeye sığdırabilmem mümkün değil, bu tadımlık notlardan sonra siz de konuya eğilirseniz keyif alacağınıza eminim...

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar