Büyümenin rakamları bize ne anlatıyor?
Salı günü açıklanan büyüme rakamı herhalde son dönemlerin en sürprizsiz büyüme rakamı oldu. Benim de dahil olduğum pek çok analist ve yorumcu büyüme oranının % 4-4.5 arasında gerçekleşeceği şeklinde tahminlerde bulunmuşlardı. (Ortalama beklenti de % 4.2 idi.) Nitekim gerçekleşme de % 4.3 oldu.
Büyümenin bileşenleri bakımından da herhangi bir sürpriz olduğu söylenemez doğrusu. Katkı payları şeklinde baktığımızda en büyük katkının %2.9 ile net dış ticaretten geldiği görülüyor. Kim ne derse desin, defaatle söylediğim gibi, Türkiye’nin istikbali TL’yi rekabetçi bir seviyede tutarak net ihracatını ve döviz gelirlerini artırmaktan geçiyor.
Değerli TL üzerinden yaratılan saadet yalancı bir saadettir ve ülkenin zaman içinde rekabetçi konumunu kaybetmesi ve göreceli olarak zayıfl aması anlamına gelir. Türkiye de maalesef son 8 yılda dış borçlanmasını 170 milyardan 390 milyara çıkararak bu yalancı saadet ortamına girmiştir. Bu itibar ile paramızın, bizim arzumuz dışında da olsa, değer kaybetmesi aslında “bir şerden bin hayır doğar” misali ekonomi açısından faydalı olmuştur.
Evet, TL’nin değer kaybı enfl asyonda bir kıpırdanma yaratmıştır. Nitekim enfl asyon oranımız da % 6-7 arasındaki denge seviyelerinden % 8-9 seviyelerine yükselmiş bulunmaktadır.
Ancak, bu bir defaya mahsus bir durumdur. Bu yaratılan avantajı, enflasyonla kısa yoldan baş etmek amacıyla, TL’nin yeniden değerlenmesine imkan vererek kaybetmek çok yanlış olur. Eğer, gerçekçi bir faiz politikası takip edilir ve tekrar ekonomiye girmesi muhtemel fazla dövizler ‘satın alma ihaleleri’ kanalıyla sistemden çekilir ise TL’nin yeniden değerlenmesinin de önüne geçilmiş olur. Burada kilit ifade ‘gerçekçi bir faiz politikası’dır. Ekonomide hâlâ bir gevşeklik olduğu ve başta AMB olmak üzere merkez bankalarının parasal genişlemeye devam edeceği öngörülüyorsa, politika faizlerinde bir miktar daha azaltmaya gidilmesi mümkün olabilir. Ancak, özellikle enfl asyonun çift haneli rakamlara yaklaştığı dikkate alındığında, buradaki imkanın sınırlı olduğu söylenebilir.
Büyüme rakamlarına geri dönersek. Gene sürprize mahal vermeyecek şekilde bu dönemde kamu tüketim harcamaları % 8.6, yatırım harcamaları ise % 4.1 reel artış göstermiş. Bu durumu zaten bütçe gelişmelerinden gözlüyorduk. Milli gelir içindeki oranı daha düşük olduğu için bu artışın katkı payı ise % 0.9 civarında. Ancak kamu harcamalarının bir çarpan etkisi olduğu, yani endirekt olarak özel sektör harcamalarını da artırdığını unutmayalım. Buna rağmen, gene beklendiği şekilde, özel sektör cari harcamalarının artış oranı % 2.9 ile son 5 çeyreğin en düşüğü.
Büyüme ile ilgili artık kanıksadığımız bir başka negatif gelişme de özel sektörün yatırım harcamaları. Son yıllarda giderek azalan bu milli hasıla bileşeni bu çeyrekte de daralmaya devam etmiş. (% -1.3) Sanki çok ihtiyacımız varmış gibi (satılmayan konut stoklarının 1 milyonun üzerine çıktığını hatırlatırım) inşaat yatırımlarında % 5.9’luk bir artış söz konusu ise de, bizim için çok daha elzem olan makine-teçhizat yatırımları bu çeyrek % 4.7 oranında gerilemiş durumda. Bu durum iş adamlarımızın önünü görememesinden, gelişen ülke şartları altında geleceğe yatırım yapmaktan imtina etmesinden kaynaklanıyor.
Son olarak, yılın geri kalanıyla ilgili bir şeyler söylersek, kamu harcamalarında ilk çeyrekte görülen artış trendinin sürdürülemez olduğunu, buna karşılık özel sektör harcamalarında özellikle yılın 2. yarısında (bir kısım ertelenmiş talepten de kaynaklanan) bir miktar ivmelenme olmasını beklediğimizi ifade edebiliriz. Mamafih, seçim atmosferi geçmiş ve bazı belirsizlikler ortadan kalkmış olmasına rağmen, henüz iç tüketim ve güven endekslerinde net bir toparlanma yok. Nisandan sonra mayısta da vergi gelirlerindeki artış enfl asyonun altında. Bu şartlar altında, kur avantajımızı kaybetmediğimiz sürece, büyümenin bu çeyrekte olduğu gibi yılın geri kalanında da ağırlıklı olarak net ihracattan kaynaklanacağı görülüyor. Sonuçta da bu seneyi % 3.5-4 civarında bir büyüme oranı ile kapatmamız oldukça yüksek bir olasılık.