Büyümede kısır döngü tehlikesi
Her zaman yineliyorum, en önemli güvencesi genç insan kaynağı olan ve her yıl işgücüne katılan 1 milyon kişiye istihdam yaratma zorunluluğu bulunan bir ülkede en son göze alacağımız ekonomik politika tercihi büyümekten vazgeçmek olmalıdır. İktidardaki politikacıların büyümeyi öncelikli saymalarında bu açıdan hiçbir sorun yok. Hatta ekonomide yaşanan dengesizlikleri ve krizleri buna bağlayan eleştirileri de haksız ve kusurlu buluyorum. Yanlış olan büyüme tercihi değil, büyümeyi kalıcı kılacak stratejilerin ve programların kararlılıkla uygulanmaması, her olumlu konjonktür fırsatında kolay ve hiçbir kesime külfet yüklemeyen politikalara geri dönülmesidir. Bu nedenle zamanı savurganca harcıyor, sık sık sil baştan tekrarlanan gündem ve sorunlar ile karşı karşıya kalıyoruz. Üstelik bu yüzden büyüme için mutlak ihtiyacımız olan dış kaynakları, evvelce çok daha kolaylıkla ve uygun şartlarda erişebilecek iken daha kısıtlı olduğu zamanlarda daha yüksek maliyetle bulabildiğimiz gibi, çözmekten kaçındığımız sorunların birikmesi, hem dış konjonktüre, hem de dış kaynaklara bağımlılığımızı ağırlaştırıyor.
Politikalarımız hep reaktif
Uzun zaman aynı kısır döngüye tutsak kalışımızın nedenlerini düşününce, çoğu konuda olduğu gibi, akla toplumsal alışkanlıklarımız ve zihin kodlarımızın düşmemesi mümkün değil. Çünkü kapsamlı ve kalıcı bir büyüme rotası çizebilmek, daha da önemlisi uygulayabilmek için ön koşul
stratejik planlama ve proaktif davranma alışkanlığı. Bizimse, malum, işleri akışına bırakıp ancak başımız derde girince tedbir alma, geleceği öngörmeye çalışıp proaktif davranmak yerine yumurta kapıya dayanınca reaktif politika geliştirme eğilimimiz neredeyse genetik bir özelliğimiz. Bu, bireysel planda olduğu kadar kurumsal planda da geçerli. Daha geçenlerde varlık nedenleri ekonomik rasyonalite olan şirketlerimizin bile büyük bölümünün risk yönetimi anlayışının yetersiz, önleyici değil telafi edici bir nitelikte olduğunu yazmamış mıydık?
Kamu yönetimi bağlamında da durum pek farklı değil. Yetkililerimizin açıkladığı, daha doğrusu sadece söylem düzeyinde bırakmayıp uygulamaya koydukları politikalar genellikle başımız sıkışınca ve tehlikeler iyice açığa çıkınca açıklanan reaktif yani tepkisel özellik taşıyor. Şirketlerin borçlanma politikalarına risk yönetimi kriterleriyle kısıtlama getirmek, kriterleri tutturamayan şirketlere dövizle borçlanmayı yasaklamak, para politikasında geç likidite penceresi gibi dolaylı yollarla da olsa faizi yükseltmek, uzun zaman yatırımları desteklemek için düşürüleceği vadedilen Kurumlar Vergisini son anda iki puan arttırmak gibi. Oysa özel kesimin 300 milyar doları aşan dış borcunun ülke riskinin en önemli bileşeni hale geldiği de, döviz kuru üzerindeki baskının arttığı ve faizin düşük kaldığı da, sağlam kalan tek çıpa olan bütçe dengesinin ciddi bozulma eğiliminde olduğu da uzun süredir biliniyor.
Kısa vadede de elimiz daralıyor
İşin kötüsü, önceden planlanmış ve eşgüdümlü olmayan bu eklektik politikalar yumağı, hiç de hedeflenmiş olmayan başka sorunların uç vermesine yol açabiliyor. En taze örnek, tüketiciyi rahatlatmak ve enflasyon baskısını hafifletmek için başta et olmak üzere gıda ithalatına getirilen kolaylıkların ve vergi sıfırlamalarının beş yıllık plan ve orta vadeli program içeriğindeki tarımsal üretim ve reform hedeflerine aykırı bir şekilde yerli üretimi daraltması ve dünyanın potansiyel olarak tarımda kendine yeterli sayılı ülkelerinden olmamıza rağmen giderek artan bir dışa bağımlılık yaratması. Üstelik tarım, iklim değişikliği ve kuraklık, nüfus artışı, artan hastalıklar, düşük verimliliğin dayattığı yeni tohum teknolojileri ihtiyacı gibi başka küresel sorunların tehdidi altındayken... Zaten ne iklim değişikliği ve azalan su kaynakları, ne teknolojideki hızlı değişimin işsiz stoklarına yapacağı katkı, ne de devre dışı kalacak yaşlıların giderek artacak yoksulluğu bizim çıfıt çarşısını andıran kısa vade damgalı gündemimize bir türlü giremiyor. Kim bilir belki de, söylemlerimizin aksine, uzun vadeli temel sorunların kapasitemizi aştığını, bizim işlevimizin bir uydu ekonomi olarak konjonktüre uyum sağlamak ve ortaya çıkabilecek fırsatları değerlendirmekten ibaret olduğunu düşünüyoruz da ifade etmeye dilimiz varmıyor. Kaldı ki konjonktür yönetiminde başarı da garanti değil; sık sık kriz eşiğine gelmemizden belli ki, büyümede sağlıklı model seçimi ve temel yapısal zaaf alanlarında reform kararlılığı olmadığı takdirde kısa vadede konjonktür dengelerini sağlama yolunda manevra alanımız giderek daralıyor. Dışa bağımlı üretim yapısı, düşen verimlilik ve karlılık, ihraç ürünlerindeki katma değer düşüklüğü, kaynak dağılımında rant cazibesine yenik düşen arge’nin bir türlü yüzde 1’lik çıtayı aşamayışı, sonunda para ve maliye politikalarında da elimizi küçültüyor,seçeneklerimizi sınırlıyor.
Ekonomik göstergelerin geçmişteki trendlerine dayanarak yapılan ampirik araştırmaların da ortaya koyduğu gibi kriz işareti olma bakımından en ağırlıklı değişken olan ve enflasyonu da körükleyen döviz kuru endeksi şimdiden mevcut model ile büyüme trendinin sonuna geldiğimizi haber verirken, ekonomi ile ilgili yetkililerin hala önümüzdeki dönemde yatırımların canlanmasını yüksek büyümenin sağlayacağını vurgulaması inandırıcı değil. Ayrıca yatırım cazibesinin bu denli büyümeye endeksli olması, kendi başına , diğer yapısal ve kurumsal cazibe faktörlerinde şansımızın kalmadığının itirafı anlamına gelmez mi? Büyüme kuşkusuz çok önemli, ama sinyalleri apaçık hale gelen riskleri gözardı ederek ve ekonomik yapının direncini ve esnekliğini arttıracak diğer iyileştirmelerden vazgeçerek sadece ona yüklenmek, hem krize gidecek yolu kısaltacak, hem de bu ülkenin potansiyeline haksızlık olacaktır.