Büyüme artık yatırımlar kanalıyla olmak zorunda
Türkiye’nin 2000’li yıllarda olduğu biçimde büyümeye devam etmesi mümkün mü? Türkiye 2003-2013 yılları arasında ortalama yüzde 6’lık bir büyüme gerçekleştirmişti ve bunu da pek çok analist o zamanki hükümetlerin başarısı olarak görmüştü. (Tüm dünya için kayıp seneler olarak nitelendirilebilecek 2008 2. çeyrekten 2009 4. çeyreğe kadar olan periyodu ortalamaya almazsak büyüme yüzde 7.6.) Ancak gerçek şu ki, bahsedilen dönemde Türkiye’nin dış borcu da hızlı bir artış göstermişti. Nitekim, nette dış borçlanmanın durduğu 2013 sonrasında büyüme ortalaması yüzde 4.3’e geriledi. Aynı dönemden beri işsizlikte meydana gelen yükselişi de dikkate alırsak söz konusu büyüme oranının Türkiye için yeterli olmadığı açık. Öncesindeki dönemde işsizliği düşüren ve refah algılamasını artıran ‘surplus’ büyümenin ise dış borç ve özelleştirme gelirleriyle sağlandığı da açık.
Türkiye hızlı büyüme sağladığı 11 yıllık dönemde 2 konuda zayıf kaldı. Birincisi büyüme ağırlıklı olarak tüketim harcamaları kanalıyla gerçekleşti. (Bunun üretim tarafındaki karşılığı ise hizmetler ve inşaat sektörlerinde görüldü). Bunun sonucunda da 1998’de yüzde 24, 2002’de ise yüzde 18 olan imalat sanayinin milli gelir içindeki payı yüzde 15’lere geriledi. (Hatırlatırım, böyle bir sanayi payı ile orta gelir seviyesinden yüksek gelir seviyesine çıkmış bir ülke tarihte yok.) İkincisi ise büyürken, çok yüksek oranlı cari açıklar verildi , dolayısıyla dış borçlanma (ve aynı zamanda iç borçlanma da) aşırı hızlı bir şekilde arttı. Türkiye 2003-2014 döneminde ortalamada yüzde 5.5 cari açık verdi. 2002’de 80 milyar dolar olan dış borçlar 2013’te 214 milyar dolara çıktı. 2002’de 6 milyar TL’lik bir hacmi olan tüketici kredileri ise 2013 sonunda 345 milyar TL bir büyüklüğe ulaştı. (Bugün ise 445 milyar TL!)
Yukarıda kısaca tanımladığım tipteki bir büyümenin ‘sürdürülebilir’ olamayacağı çok açık. (Zaten matematiksel olarak da böyle bir büyümeyi sağlamak imkansız çünkü rakamlar büyüdükçe aynı oransal artışları tutturmak mümkün değil.) Bunun 2 önemli nedeni var.
Birincisi, geçmişte Türkiye’de kapasitesinin altında faaliyet gösteren bir inşaat sektörü, neredeyse hiç istismar edilmemiş bir tüketim borçlanma piyasası ve özelleştirmeye elverişli bir grup kamu şirketi ve imtiyaz hakkı vardı. 2003-2013 döneminde bu 3 nokta fazlasıyla kullanıldı. Özelleştirmeden 60 milyar dolar gelir elde edildi. Dış borçlanma ve tüketici kredileri ile ilgili rakamları ise yukarıda verdim zaten. Bu dönem güçlü bir sanayi politikası geliştirmek, eğitim ve altyapıya yatırım yapmak yerine, daha çok dış borçlanma ve özelleştirme ile sağlanan kaynakların harcanması ve kısmen de rant olarak dağıtılması ile geçti. Ancak bu şekilde büyümede artık denizin bittiği aşikar.
İkinci nokta yüzer-gezer küresel para kaynaklarının (kısaca “sıcak para”) önümüzdeki dönemde genelde gelişmekte olan ülkelere, özelde de Türkiye’ye ne kadar uğrayacağı meselesi. Piyasalarda referandum sonrasında yabancı yatırımcıların Türkiye piyasasına yeniden gireceği yönünde bir beklenti var. Ancak ABD verilerinin iyi gelmeye devam ettiği ve Fed’in bu sene en az 2 faiz artışına ilave olarak 4.5 trilyon dolarlık parasal genişlemeyi yavaş yavaş geri çekmeyi telaff uz ettiği bugünlerde Türkiye’ye büyük çaplı bir kaynak girişi beklemek çok da gerçekçi olmaz. Evet, bizimle aynı sepetteki diğer gelişmekte olan ülkelerde de ciddi siyasi problemler söz konusu (özellikle Brezilya ve Güney Afrika.) Ancak, bu durum sıcak para destinasyonu olarak otomatikman Türkiye’nin seçileceği anlamına gelmiyor.
Pazar günü sonrasında Türkiye’deki siyasi gerginliğin düştüğü bahanesiyle belki kısa bir süreliğine sahte bir bayram havası yaşayabiliriz. Ancak, sonrasında Türkiye’nin doğrudan yatırımları cezbetmesi ve başarılı olabilmesi için yapması gereken çok ciddi ev ödevleri var. Bunların başında yatırımcı güveninin , mülkiyet ve diğer hukuksal hakların tesisi ve içeride ve dışarıda mutlak bir barış ve huzur ortamının sağlanması gelmekte. Bunları söylemek kolay, yapması ise pek o kadar değil.